31 Mayıs 2015 Pazar

Nagecim Süper Berduş

dört haftadır cuma günleri sırt çantamı alıp soluğu aştide alıyorum. sırt çantası dediysem öyle büyük bir şey getirmeyin aklınıza. içinde kıyafet namına hiçbir şey yok. sadece kitaplar. aştiye girince nefes aldığımı fark ediyorum. bir anda bir bilet, nereye olduğu bu aralar çok önemli. tadını çıkarıyorum gitmek fikrinin verdiği hüznün ve sevincin. dört haftadır bilinmezliğe gidiyorum. öyle iyi geliyor ki yollarda olmak. pazar gecesi ankaraya dönme fikri beni sıkıyor; sonra diyorum ki, sabret nagecim son iki üç ay. burayı da özleyceksin hemde köpekler gibi özleyeceksin. otobüsün camından kendi yansımamla birlikte manzaraları seyrediyorum hızla değişen mekanlar, zamanlar, insanlar... karadeniz manzarasından ansızın iç anadolu manzarasına geçiyorum sonra ansızın marmara oluyor, hoopppp bir bakmışsın aç kollarını ege. vana kahvaltıya gittim bir zamanlar gerisini siz düşünün. insan kendinden kaçamaz ama mekan değişince ruh hali de değişiyor. baktığın manzara değişince sende değişiyorsun zaman zaman. kafamda dolaplar olduğunu varsayıyorum güzel anları orada saklıyorum. fotoğraf çekmekten nefret ediyorum. ' Sakarya da balık keyfi' senin yaptığın keyif değil bebeğim ego tatmini. oysa bir bak manzaraya, o kokuyu çek ciğerlerine, ciğerlerini patlatana kadar. hiç bilmediğim sokaklarda yürürken yanımdaki zatı şahane siyasetten dem vuruyor, yokuş tırmanıyorum nefesi götümden aldığım için havanın ve manzaranın tadını zaten çıkaramıyorum, susar mısın lütfen? sus ve beni yalnızlığımla baş başa bırak, diyorum. önceleri olsa alınırdı ama yıllardır alıştı. susarsam bir daha konuşmam nagecim, diyor. ama dayanamayacak biliyorum. dört haftadır cuma gecesinden pazar gecesine kadar herkesi susturuyorum. rahat olmayan yerlerde yatıyorum, çoğu zaman akşam yemeği yiyorum sadece. sanırım yemek yemeyi unutuyorum. kafamı bir anda boşaltıp sadece manzaraya ya da yollara odaklanıyorum. ne düşündüğümü ben bile bilmiyorum. martılar, saksağanlar, leylekler, pelikanlar... geçiyor etrafımdan. tanrım bu manzara, bu koku, bu deniz, bu gökyüzü... akşamüstü bir bardak çay ya da kahve, köşebaşlarını tutan leylak kokusu. bu zamanlar hiç bitmesin diyorum, bir de bakmışsın pazar gecesi olmuş. ismini bilmediğim, öğrenmekte istemediğim bir sürü insan tanıdım. isimsiz olmaları benim için en iyisiydi. arkamı dönünce yüzlerini bile unuttum. cumartesi günü, bugün mü desem bilemedim, çantamdan bir kitap çıkardım bir sayfada şöyle yazıyordu, nagecim burada kalmışsın, sayfaları karıştırmak zorundaydım yerin kaybolasın diye yani. nagecim süper berduş. niyeyse not beni çok mutlu etti. belli ki kitaplarımda kaldığım yeri kaybedince delirdiğimi bilen insanlardan. aynı zamanda, into the wild filmini çok sevdiğimi ve yıllardır bu yüzden kendime nagecim süper berduş dediğimi bilen biri. yeniden güldüm. benim hakkımda bu kadar detaylı bir bilgiye kim sahip olabilirdi ki. gizemli olabilirdi ama elimdeki kitap daha gizemliydi. gittiğim çoğu yerin ismini hatırlamam, geçen gece bir bara gittik grup çok iyiydi cümlesinden sonra arkadaşlarım pis pis gülüp, barın ismi neydi nagecim derler. tabii ki cevap veremem. isimler ya da yüzler benim hafızam için çok zorlar. bir kaç saatlik yolculuk ardından ankaraya erken dönüş. erken dönüşün verdiği hayal kırıklığı yüzünden sanırım sürekli midem bulanıyor. haftaya cuma günü daha erken çıkacağım yola. daha çok yol katetmek için. uzun yollardan sonra kendine dönünce, gereksiz bir hüzün çöküyor. dokunsalar ağlayacaktım diyorum. iki kadehten sonra da denizde yakamozlar peyda oluyor. ansızın susuyorum, ansızın gülüyorum, ansızın kalkıp yürümeye başlıyorum. eğer yanımda birileri yoksa kendimle konuşuyorum, havalarda pek güzel nagecim, anın tadını çıkar. gökyüzüne baksam acaba yıldız kayar mı? etrafımdan şehirler geçiyor, bilmediğim sokaklar beni mutlu ediyor.

22 Mayıs 2015 Cuma

Nagecim nerede

insanlarla konuşurken ansızın dalıyormuşum. birden bire olduğum ortamdan uzaklaşıyormuşum. günlerdir öğretmenler odasında aynı geyik. üzerimden espiri yapılması beni çok rahatsız eden bir durum değildir ama canım çok sıkkınsa köpekleşebilirim. dişlerimi gösterir, hırlar sonra da ısırırım. dalıyorsam uzaklara bir derdim olduğundan diyemedim. ben kendimi bildim bileli böyleydim çünkü. hem kimin derdi yok ki güzel kardeşim. herkesin derdi kendine büyük. bir de herkesin tuttuğu kendine. hep derim anneme, neden Nâgehan diye. anlamı ansızın demek efendim. bildiğimiz zarf olarak kullanılan cinsten. eski Türk edebiyatına çalışırken ismimin geçtiği cümleleri fosforlu kalemlerle çizer defalarca okurdum. insan isminin anlamını taşırmış, bu yargıya daha çok iman ettim zamanla. gülerken ağlayabiliyorum.ruh halim öyle hızlı değişiyor ki bazen beynimin yorulduğunu hissediyorum. gözlerim dalıyor uzaklara, neyi düşündüğümü yakalayamıyorum ama güzel şeyler düşlediğim de çok oluyor. çok düşünmek beyinde bulunan sinir hüclerini öldürürmüş. sinir hücreleri de yenilenmezmiş. bu bilgiyi öğrendiğim zaman dehşete düşmüştüm. düşünmemeliyim, düşünmemeliyim... elinde mi sıkıysa düşünme. bugün gece sokaklarda aylak aylak yürürken yeniden telkin ettim kendime, düşünme nagecim, düşünme! niye bu kadar çok düşünüyorsun ki, sıkma tatlı canını... sonra tanrıyla kavga ettim. neden beni yarattın, neden beni yolladın buraya, dalga mı geçiyorsun sen benimle? benimle değil bizimle! hava öylesine güzeldi, öldürecek kadar güzeldi. adımlarım uçsuz bucaksız sokakta yankılanıyordu bir ben vardım sanki dünyada. iki tarafı ağaçlarla kaplı, başından bakınca sonu görünmeyen. hava ipek gibi tenimi okşuyordu. düşünmemeliyim düşünmemeliyim. bu manzarayı anı defterine kaydet. son anı, daha doğrusu bundan bir önceki, sanırım iki hafta önce Bolu. Orhan Veli gibi hissettim kendimi, ulan öldürüyor bu havalar bu manzaralar beni. sonra bu sokak, bu sokakta hep emekli amcalar teyzeler var. her evde bir kaç kedi ya da köpek var. bahçeleri harika. geceleri herkes ölüm uykusunda. beklenen ama gelmeyen bir ölüm. geçen sene yine çok dalgın olduğum bir anda aynı sokakta kendimi bir arabanın önüne atmıştım, acı bir fren sesi. sağlam küfür yemişimdir adamdan, haklı... teyzenin biri, ayyy evladım bu dünyada ölmeyi hak eden bu kadar insan varken sen ne yaptığını sanıyorsun dedi. sanırım intihar ettiğimi falan sandı. halbuki böyle bir ölüm benim tarzım değil, hemde ara sokakta. katıla katıla gülmeye başladım o da güldü. çok korktun azcık gül diye dedim, dedi. halbuki korkmamıştım o esnada şofor beyden defalarca özür dilemekle meşguldum. sonra teyzenin kurduğu cümleyi düşünürken Yüzüklerin Efendisinden bir sahne geldi aklıma, Gollüm'ü öldürmek isteyen Sam'e Frodo şuna benzer bir şey söylüyordu, sen onun ölümü hak ettiğini söylüyorsun ama bak dünyaya ölümü hak eden binlerce insan hayatta ve ölümü hak etmeyen binlerce insan ölüyor her gün. en büyük arifler bile bu konuda yanılıp ölüm ya da kalım hakkında hüküm veremezken sen nasıl onu öldüreceksin. sahi insanlar birbirlerini nasıl öldürüyordu. bakın gördünüz mü yine başladım. ben iflah olmam, çokta yaşamam. çok yaşamakta istemiyorum zaten. Tatar şarir Abdullah Tukay daha 27 yaşında, doktor ona diyor ki böyle içersen çok yaşamazsın. havası temiz bir yere git, içkiyle sigarayı da bırak. o da diyor ki, yaşamak isteyen kim? 28 yaşında kimilerine göre çok içmekten, kimilerine göre memleket derdinden ölüyor... 22 05 2015 16:06
insanları anlamak çoğu zaman çok güç. biliyorum sürekli aynı cümleleri kurduğumu ama elimde değil. metrodayım herkes göt göte gidiyor, iş çıkışı. önümde iki kız var. en fazla yirmi iki ya da yirmi dört yaşlarındalar. biri şöyle diyor, aslında evlenmeyi istemiyorum ama annemle babam artık bunu bekliyor. elimdeki kitabı yavaşça indirip onları dinlemeye başlıyorum. ama öyle gizli gizli dinleme değil. gözlerim yuvasından fırlayacak gibi oluyor. nasıl yahu diyor iç sesim, nasıl olur böyle bir şey. devam ediyor, aslında ben düğün falan da istemem ama laf söz olur. haydaaa hay sizin zihniyetinizi dinozorlar siksin. nasıl yahu nasıl? insan istemediği şeyleri neden başkaları için yapar, neden başkalarının istediği hayatı yaşar. günlerdir bu cümleleri düşünüyorum. neden yapar insan böyle bir şeyi. onlara ben demedim ki beni dünyaya getirin diye. canları istedi yaptılar. yalnızlıktan korktukları için beni yaptılar. elalem kısır demesin diye beni yaptılar. muhtemelen senin anan babanda aynı şey için yapmmıştır bebeğim diyecektim, diyemedim tabi. hayatım boyunca bir kere aşık oldum bir kere çocuk yapmayı düşündüm ondan sonrası olmadı onda da on sekiz yaşındaydım. Adalet Ağaoğlu gibi düşünüyorum bu konuda. başkaları için yaşayan insanlar mutlular mıdır sahiden. biz neden gelişemiyoruz da sürekli geri gidiyoruz diye düşünmemek gerek. insanlar hazır giyim gibi hazır düşünceler taşıyorlar beyinlerinde. son zamanlarda moda kisvesi altında kafamızı nereye çevirsek aynı adamları ya da kadınları görüyoruz ya, kızılay dağıtmış gibi aynı şeyleri giyen. işte bu düşüncelerde böyle, kimse düşünmek istemiyor. sağcısı, solcusu, kökten dincisi hepsi aynı bok. hepsi her zaman hazır düşünceleri alıp beyinlerine yerleştiriyorlar sonra da mutlu olmayı bekliyorlar. anam ben ne bohemm bir insanımmm, ben ne kuuluuummm havalarında gezen gerizekalı üniversite öğrencileriyle dolu etrafımız ama bir bok bildikleri yok. okudukları iki kitap, köşe yazısıyla bir düşüncenin arkasına sığınıyorlar. sonra aman efendim bilmem kimin ölüm yıl dönümüymüş mezarına gitmişler... o adam dirilse yüzünüze tükürür vallaha billaha. bunca aptallığın arasında yaşarken nasıl mutlu olacaksın adem evladı, nasıl içine sine sine yaşayacaksın. dünyanın sonu gelecekmiş, gelsede kurtulsak be! metrodan indikten sonra bir öğrencimi gördüm. bu kızı ne zaman görsem gözlerimin içi gülüyor. elimde değil çok mutlu oluyorum. neden mi, aptal yetişkinlerin aptal düşünceleri beni boğuyor, öyle sıradan öyle sıkıcılar ki... diye başlıyor. üstelik daha on beş yaşında. hocam diğer hocalara bir bakar mısınız? hepsi aptal, ha bir de sizin gibi Mehtap hoca var diyor. bu kız bu yaşta nasıl böyle düşünüyor demeyin. deliler gibi okuyor. ne bulsa okuyor. ama daha bu yaşta mutsuz. onu ilk tanıdığımda, neden bu kadar okuyorsun yavrum mutsuz olacaksın, demek istedim ama diyemedim. böyle bir cümle kursam bende o aptal yetişkinler kategorisine girecektim çünkü. bir yandan Eylül'ü düşünüyorum, daha on beş yaşında ama koca bir anarşist. bir yandan bu salaklara bakıyorum. dünyanın dengesi de bir garip, bu salaklardan milyonlarca var Eylüllerdense çok az. başımdan geçen bu olayı bir çok insana anlattım. huyum kurusun insanların düşüncelerini öğrenmek hoşuma gidiyor. anne baba farklıymışta, insan sevdikleri için her şeyi yaparmışta. yalan ulan yalan! yapmaz kimse kimse için bir şey. ben mutsuz olacaksam neden başkaları mutlu olsun yaptığım eylemden. eyleme bak evlenmek! evlilik seksin resmileştirilmiş halidir demiş marks amcamız. benim dünyamda ben varım, dünyanın merkezi benim. aslında hepimizin süper egosu tavan yapmışta biz hâlâ inkar peşindeyiz. son model telefonlar, arabalar, her dakika çatır çatır çekilip sosyal medyada yayınlanan fotoğraflar. sürekli birilerinin giyim kuşamını, konuşmasını, yaşamasını... eleştiren beyinsizler. neden düşünceler eleştirilmiyor da bunlar eleştiriliyor? çünkü hepsi koca ahmaklar. süper egolarını inkar ediyorlar ama anaları babaları ya da elalem için evlenip bir de davullu zurnalı düğün yapıyorlar. ayyy tatlım çok güzel olmuşsun dedikten sonra arkasından, bu kıza bir modacı gerek diyorlar. yeniden söylüyorum, hiç bıkmadan da söylerim: böyle düşünen insanların beyin kıvrımlarını dinozorlar siksin!

20 Mayıs 2015 Çarşamba

yaklaşık beş saattir bilgisayarın başında, yurt dışında yaşayan Türk çocukları ve eğitimleri üzerine makaleler okuyorum. dünyanın boka sardığını zaten biliyoruz, ana dillerini unutan insanları araştırıp daha da can sıkmanın ne alemi var? ama var. yarın bunun üzerine bir saat konuşma yapmam gerek. bu tür konular nedense beni eskisi kadar etkilemiyor. eskiden olsa vay efendim ana dilimiz canımız ciğerimiz derdim ama şimdi pek bir duygusuzum. senin ülken adam akıllı bilim insanı yetiştirip yurt dışına sahalara yollamaz işi cemaat abilerine, ablalarına bırakırsa sen her şeyini unutursun. bu ülkede adam akıllı yabancı dil eğitimi yokken sen iki dilli, Almancayı ya da İngilizceyi kendi dilinden iyi bilen bir insana nasıl Türkçe öğreteceksin a beyinsiz! bir hocam şöyle demişti, altmış beş yaşındayım dokuz yaşımdan beri İngilizce eğitim alıyorum. doçentlik moçentlik derken milyarlarımı yedi. sonuç ne biliyor musun? konuşamıyorum! acaba bu bizim beyinsizliğimizden mi kaynaklanıyor desem kadın Türkiyenin en ünlü Türkologlarından biri. Rusyada doğmuş büyümüş diğer hocama bakıyorum, kadın ana dili gibi Rusça, İngilizce, Tatarca ve Türkiye Türkçesi biliyor. benim bildiğim İngilizce ise ay go, yu go, vi go dan öteye geçmez. geçen sene yabancı uyruklu üç öğrencim vardı. Ukraynalı, Afgan, İranlı. Çocuklara gramer öğretecem aman da aman diye götümden soğuk terler akıyordu. Son dersten sonra evde bildiğim tüm oyun havalarını oynadım. aldığım paranın hakkım olmadığını düşündüm. sebep? eğer iyi bir dil eğitimi almış olsaydım onlarla olan iletişimim çok daha iyi olacaktı. Allahtan hepsi derslerini verdilerde ben de az da olsa vicdanımı rahatlattım. bana bu tür sunumlar ve araştırmalar vermeseler keşke, bu ülkeye olan güvenim zaten yerle bir daha ne kadar çöker bilmiyorum. hayır, Allah bizim belamızı vermiş zaten neyin araştırmasını taraştırmasını yapıyorsak. sabah beri imlaya, yazıma bilmem neye dikkat edecem diye canım çıktı burada rahat rahat yazmak ne güzel oh beee. tüm kuralların canı cehenneme dostum! yaşasın kuralsız hayat. dua edinde çocuğunuz benim görev yaptığım okula denk gelmesin. gelirse vay haline :)

18 Mayıs 2015 Pazartesi

eski dostlarımı özlüyorum. oturup saatlerce kitaplardan, yazarlardan, filmlerden... bahsettiğimiz o günleri çok özlüyorum. dalga geçerdik bir zamanlar, dünyayı ne zaman kurtarıyoruz diye. hepimiz dünyayı kurtaran adamlar ve kadınlardık. saatlerce hiç sıkılmadan bıkmadan konuşur kendimizi kültürlü ve entel sanardık. o zamanlar kıymetini bilmezdim desem yalan olur. ne zaman ayrılacağımız günü düşünsem hüzünlenirdim. ne ben onların kalbini kırdım ne de onlar benim kalbimi kırdı. birbirimizden beklentimiz yoktu. hepimiz modern hayatın dişlileri arasında ezilen sanatla az da olsa nefes alabilen insanlardık. eğer birilerinden beklentin yoksa mutlu oluyorsun zaten. beklentisiz bir şeyler verebiliyorsan insanlara dünyanın en mutlu insanı sen oluyorsun. ama maalesef bu adem evladının mizacına aykırı. dün akşam on gibi kitap okurken ansızın darlandım. sanki ev beni yutuyormuş gibi. keşke Elif burada olsaydı dedim. ne eğlenirdik be! ev aradaşım alındı, ne yani bizimle eğlenmiyor musun diye. halbuki eğlence kısmı muhabbetin en koyu olduğu kısımdı. sonra kalktık bir bara gittik. bir grup vardı ki aman aman evlerden ırak. tüm gece beni depresyona sokacak şarkılar çaldı durdu. konuşmadan biramı içtim. üstelik biranın yüzde ellisi suydu. benim tabirimle at sidiği gibiydi. iki yetmişlik, üç yetmişlik derken zar zor çakır keyif oldum ama içimden hiç konuşmak gelmiyordu. sıkıldım çünkü sıradan hayatın sıradan dedikodularından. sıkıldım artık hep aynı şeyleri konuşmaktan. son zamanlarda sanattan anlayan kimse çıkmıyor karşıma. kitap okuyup okuduğu kitabı sindirebilen. kafasında kendi düşüncelerini yaratabilen ve ulan ben böyle düşünüyorum işte diyebilen kimse de yok. dershanelerde, okullarda çocuklarınızı emanet ettiğiniz o eğitimcilerin muhabbetlerini bir duysanız intihar edersiniz muhtemelen. insanlardan tiksindiğim zamanlar olur, sanırım bu ara o evreye yeniden giriyorum. kimsenin sesini duymak ya da yüzünü görmek istemiyorum. herkes aynı geliyor. sanki ben farklıymışım gibi... keşke daha az okusaydım da şu hatunlar gibi tek takıntım kıyafetlerim ve sevgilim olsaydı. anacım bu hatun muhabbetleri de insanı belli bir süre sonra çileden çıkarıyor. üç kadının aynı evde yaşaması intihar sebebi zaten. erkek muhabbeti de beni boğuyor belli bir süre sonra. bu yalnızlığı nasıl gideririm bilmiyorum. ama gittikçe kendini beğenmiş, kimseyle muhabbet edemeyen enaniyet abidesi bir insan olmaya başladım ve bu durumdan tiksiniyorum. dünyanın dört bir yanına dağılan o dostlarımı toplamam mümkün olsa keşke. ama o da bir rüya artık. velhasılı yalnızlıktan ölüyorum ulan, ölüyorum...

16 Mayıs 2015 Cumartesi

04.04.2004 düş çemberleri, herkesin kafasında düş çemberleri var. kimi çok sağlam sanki çelikten yapılmış. kimiyse hemencecik kırılıverecekmiş gibi, içine durmadan gerçeklerden sızıntılar alan ve zaman zaman tamamen kırılıp yok olan. bazı insanlarınki zaman zamanı da geçer, bir kırıldı mı bir daha tamir edilmez. Düşlerin güzel çemberleri vardır, bu dünyada görüp görebileceğin renklerden daha fazla renk barındırır bünyesinde. kimisi sadece kırmızı düşler kurabilirken, kimisi hem kırmızı hem mavi düşler kurabilir örneğin.renkler arasında seçim yapmak coğu zaman bizim elimizde olmaz zaten, mizacımız belirler bunu, içinde yaşadığımız ortam, zamanımız ve mekanımız... düşlerin renklerini herkes görmez, göremez ve coğu zaman görsede farkına varmaz. varmak istemeyişini de hesaba katmak gerek bunları düşünürken. Düşler bambaşka dünyalara açar kapılarını, pencerelerini. Düşleri kuranlar bazan öylesine inanırki bu duruma, o pencerelerden atmak isterler kendileri. bazıları da vardır ki sıkı sıkı kaparlar pencerelerini, kasım ayının ortasında yağan karı sıcak sobalarının başında seyreder gibi seyre dalarlar sonra. Ellerinde fırça ve tuval olmadan çizmeye başlarlar seyrettikleri manzaradaki eksiklikleri. Bazen karşıdan gelen çok tanıdıkları ve sevdikleri bir simadır, boyunu biraz daha uzun yaparlar örneğin. Aslında düşlediği şeyi nisan ayında yaşamayı daha çok istemektedir ama ruhu kasım ayını yaşarken nisana ayıp etmek istemez, yaşlanmış ve birazda yıllanmış ruhu belki de kasıma daha cok yakışacaktır. Düşlerinde yarattığı o adam/ kadın orada öylece asırlarca dursa ve o seyretse daha cok hoşuna gider belki de. Sadece düşlerinin ortasında yalnız ama renkli bir duruştur bu. yanıbaşında hissediş gibi sanki... Pencereleri açmak isteyen
28 Nisan 2010 Çarşamba çoğunun "artık çok geç "dediği zamanların üstesinden geliyorum. yitip gidenler ya da yerine gelenlerle ilgilenmiyorum... 16 Mayıs 2015 Cumartesi bu cümleden sonra da yitip gidenlerle ilgilendim. artık çok geç denen zamanların üstesinden gelirken zamanlar beni benden aldı. aynalara bakarken kırışmış bir yüz siyah beyaz saçlar görüyorum. çok geçmemiş üstünden altı üstü beş yıl. beş yılda beş bin insan, beş yılda beş bin anı, beş yılda beş bin yitip giden...

Ağlamak ya da ağlamamak

Ev arkadaşım sevgilisinden ayrılmış. eve geldiğinde bağıra bağıra ağlıyordu, çantasını attı odasına gitti. tabii aklıma gelen ilk seçenek sevgilisinden ayrılması değildi. gariptir ağlayan insana neyin var diye sormanın gereksiz olduğunu düşünürüm hep. ağlaması gerekiyorsa ağlar insan. saçma olsa da öyle işte. ya da kime göre saçma neye göre saçma... bence saçma değil vazgeçtim. sonuç itibariyle bu izafi bir kavram, öne geçtiğini sanan arkaya geçmiş olabiliyor... neyse efendim, usüldendir diye gittim yanına neyin var dedim; böğürerek ağlamaya başladı. ben panik anlarında yılan kadar soğuk kanlı bir hayvana dönüşüyorum. mutfağa gelip sigara içmesini söyledim. tabii kadın ağlamaktan sigara içemedi. kendi halinde ağlasın bağırsın çağırsın diye yalnız bıraktım. saatler sonra bir kahve içmek için mutfağa girdim, hâlâ ağlıyordu, yanında diğer ev arkadaşım ağlamasın diye elinden geleni yapıyordu. benim için sorun şuydu: bir insan ağlamak istiyorsa bırak ağlasın anasını satayım! ne diye sakinleştirmeye çalışıyorsun? çok fenalaşırsa iki kadeh şarap oh miss. olmadı acile gider bir sakinleştirici yaptırırız. bırak yırtsın kendini içindekileri söksün atsın. ama yoookkk ' niye ağlıyorsun, sorun ne, ağlama, üzme kendini, salma kendini...' ulan bırak salsın kendini, bırak yırtsın kendini. insan niye çok güçlü olmak zorunda? daha sonra şunları söylemeye başladı ' hadi elini yüzünü yıka, hadi biraz su iç, olmadı bi duş al' bu kadın balık mı lan? ne suyu? üçüncü safha, hadi derin derin nefes al, biraz rahatla. he, o da fotosentez yapıyodu önceden... sonra sarılmalar kucaklamalar, ne oldu diye ısrar etmeler. hayır bu kadar ısrarcı olmanın ne alemi var? aynısını bana yapsa vallaha billaha söverim yedi ceddine. diğeri inatla anlatmıyor. ara ara sakinleşiyor sonra yeniden böğürmeye başlıyor. neyse bi ara ağzından belli belirsiz, ayrıldık her şey bitti gibi bir şeyler çıktı. anaaammmm diğeri daha da coştu, tövbe estağfurullahh... aman üzülme sakın, biri gider bini gelir, kimse üzülmeye değmez. değer ulan üzülmeye de değer, kendini yırtmaya da değer. hatun bu adamı seviyor mu? seviyor. uzun zamandır birlikteler mi? birlikteler. birlikte onca yaşanmışlık, alışkanlık var. aynı evi, aynı yatağı paylaşmış, aynı şeye gülmüş aynı şeye ağlamış... çayına kaç şeker attığını, hangi filmleri, müzikleri sevdiğini biliyor. bu lanet olası şehirde milyonlarca anısı var. bunun gibi on şehirde anısı var. şimdi o kafasını nereye çevirse beyin kıvrımlarına o anılar hücüm ediyor. belli belirsiz sesi geliyor kulaklarına, kokusunu duyuyor. sonra sürekli soruyor kendine, neden böyle oldu? böyle olmak, böyle bitmek zorunda mıydı? nasıl değmez ulan nasıl değmez. bir anda onunla ilgili yaptığın bütün planlar, hafızanı süsleyen bütün hayaller yerle bir oldu. bir anda kafanda ve kalbinde kocaman bir boşluk oldu. neyle dolduracaksın o koca boşluğu. nasıl alışacaksın yokluğuna? muhakkak herkes unutulur. herkes her şeyi unutma becerisine sahiptir. kalbimizi delip geçen onca şeyi unutmadık mı? ya da durun bir dakika, unutmadık ki. üstü tozlandı. yaraların izleri hâlâ oradalar. eski ateşi kalmıyor acıların. garip buruk bir hüzün bırakıyor o da hiç geçmiyor. ama bir insan bunu daha bir kaç saat önce yaşamışken, üzülme, değmezler gibi cümlelerde neyin nesi be. nasıl üzülmesin, nasıl yıkılmasın? ağlama diyor sürekli, ağlama. sonra yazının en başındaki cümlelere sarıyor. hayır iyi niyetini bilmesin beş yıldır tanımasam, ulan seni de, kurduğun teselli cümlelerini de diye başlarım. ama ne denli iyi niyetli olduğunu biliyorum. öyle iyi niyetli ki insanı bunaltıyor. sonra diyorum ki Allahımmm beni niye böyle yarattın. hatun hala ağlıyor mal mal diğerine bakıyor, o teselli etmeye çalışıyor ben sinir oluyorum. bazen herkesi kendime benzetmeye çalıştığımı farkedip daha da sinir oluyorum. bu yazı nereye gidecek bilmiyorum ama evde bu denli gerginlik varken bana bu gece sabahlar olmaz.

6 Mayıs 2015 Çarşamba

bir ayrılık manifestosu

bu başlığı neden yazdım bilmiyorum. bildiğim tek şey manifesto kelimesi çok hoşuma gidiyor son zamanlarda. bugün saat beş bucuktan on bire kadar bir Klasik Türkçüyle muhabbet ettim. bu adamlar beni öldürüyor. yeni olan her şeye karşılar. sen dam diyorsun onlar inatla duvar anlıyor. 'şimdinin öğretmenleri azizim...' diye başlıyor adam. hey gidi gözünü sevdiğimin Kamil hocası. asıl senin bilmen gerek Kaşgarlı'nın, Yükneki'nin, Yusuf Has Hacip'in yüzyıllar önce devrin sakatlıklarından yakınıp 'bu gençlikten adam olmaz!' deyişlerini. çok sevdiğim edebiyatçı bir arkadaşım sürekli aynı espriyi yapar, milattan önce onbininci yılda bir abide bulunmuş üzerinde bu gençlikten adam olmaz yazılıymış. tüm akşam kendime aynı soruyu sordum, bu adam bunları bana niye anlatıyor. halbuki benim eski Türkten hazzetmediğimi, tam bir yenici olduğumu biliyor. ama mübarek öyle güzel beyitler okuyor ki aşık olmamak elde değil. onunla zamanın nasıl geçtiğini bazen anlamazsınız bazense duvarlar sizi yiyecek gibi olur. işte öyle bir adam. yeni olan her şeye karşıdır hep eskide yaşar. eski aşklar, eski dostluklar, eski edebiyat.... şimdinin gençleri diyor akılları bir karış havada, bu hayattan ne istediklerini bilmiyorlar. ayrılıkları bile ayrı bir nükte canım. sonrada yüzünde o muzip çocuk gülüşü. Kamil hoca altmış sekiz yaşında. bembeyaz saçlı, gök mavisi gözlü bir adam. gençliğini düşünmek bile istemiyorum. konuştuğu Türkçe sizi mesteder. yahu bu dil bu kadar güzel miydi diye sorarsınız kendinize. bazen meddah olur Erol Günaydın'a taş çıkarır. el ele yürüyen sonrada havadan sebeplerle ayrılar liselileri taklit etti durdu. elinde hiç sönmeyen sigarası, önünde tavşan kanı çayı. yeri geldi katıla katıla güldüm, bir ara ağlayacak gibi oldum okuduğu beyitlere. ulan dedim sonra da bunca yıllık edebiyatçısın kaç kelimesini anlıyorsun şu şiirlerin? hay sıçayım senin edebiyatçılığına. eskiden diyor aşklar böyle miydi, benim hanıma ben görür görmez vuruldum ( sonrada vuruldum kelimesini vurguluyor, çağa ayak uydurabiliyorum değil mi kızım?) kaç yıl olduğunu söylemeyeceğim diyor. nazardan çok korkarım. dört tane altın gibi yavrumuz oldu. bizi evde görsen sürekli didişiriz ama o evden çıkınca ben nefes alamam. ben roman okumam! yooo, sanma ki okumayı sevmem. okumayı severim ama romana karşı biraz önyargım var. bizim hanım da sen gibi edebiyat öğretmeni. o okur bana anlatır. bende onun için hat yaparım, ebru yapar, ney çalarım. o da güzel tambur çalar. bu cümleleri dinlerken gereksiz bir hüzün çöktü omuzlarıma; dokunsalar ağlayacaktım. ne yani hiç aranız bozulmaz mı dedim, olmaz olur mu ohooo dedi. ama biz sinirliyken kolay kolay konuşmayız. sinirimizin geçmesini bekleriz. iyi de bey baba senin devir çoktaaan geçti... diyemedim tabii. sonra boşanan öğrencilerinden bahsetti. olaya onun gözüyle bakınca cidden çok komik olaylar. sonra da şunu ekledi, şimdiki gençler maddenin esiri olmuş; maddeye tapmaktan başka bir şey yapmıyorlar. bizim zamanımızda bir takım diktirmek için en az bir maaaşını harcardın. bir takımın varsa sen zengindin. şimdi bak etrafına, herkesin elinde en az bin liralık telefonlar. giydiklerini bir daha giymiyorlar. her istediklerini bir şekilde elde ediyorlar sonra da mutsuz oluyorlar. haklıydı... tüm gece sessiz dinledik bir kaç arkadaş. işin komik yanı hepimiz onun öğrencileriyiz ve göz göze gelince kahkahalar atmamak için zor tutuyoruz kendimizi. arada bir hülyalandı uzaklara daldı. sonra ansızın bakın dedi kendinize. yalnızlıktan ölüyorsunuz. gelmişsiniz otuz otuzbbeş yaşına hepiniz hala yalnızsınız. kiminiz kedisiyle kiminiz köpeğiyle yaşıyor. haklıydı da dünya artık değişti. sonra bilmem ne makamından bilmem ne şarkısını mırıldanmaya başladı. gözleri doldu. yalnızlık zor iş be evladım dedi, akşama kadar yalnızlıktan dilim şişiyor siz gibi gençleri görüncede susamıyorum işte. ne yapın edin kendinize birini bulun bu hayat böyle geçmez... ayrılırken sarılmak istedim ona. ama saçma sapan çekinmeler işte. elini öptüm, hocam hakkınızı helal edin dedim. yılların emeği. hoca olmanın en güzel yanını bir kere daha gösterdi bana, ben ne yaptım ki çocuklar hepsini siz yaptınız. benim gibi ihriyar, kaçık, bunak bir adamı dinlediğiniz için asıl siz hakkınızı helal edin. ama size bir hususta hakkımı helal etmem; insan gibi insanlar yetiştireceksiniz, çocukarınız arasında ayrım yapmayacaksınız, onların hepsinin özel ve değerli olduğunu bilip onlara bunu hissettireceksiniz. bunları yapmazsanız iki elim yakanızda olur ahirette. odasından çıktık, dakikalarca yürüdük ama hiçbirimiz bu cümlelerin üzerine konuşamadık...