23 Aralık 2008 Salı


Lanetli! Evet evet işte o kadın... Lanetli! Cadı mı? Büyücü mü? Cinci mi? Bilinmez ki... Tek bilinen lanetli. Nereden mi biliyoruz? Herkesten farklı davranıyor. Herkesten farklı konuşuyor. Toplum düzenini bozmaya çalışıp herkese kafa tutuyor. Kesinlikle lanetli. Yanına kim yaklaşsa birşeyler geldi başına. Kimi intihar etti, kimi asıldı, kimi kayıplara karıştı... Keşke gösterebilseydik sizlere. Ama sizde fark edeceksiniz. O kadın lanetlenmiş diyorum size. Kim mi lanetlemiş. Ne bileyim ben. Ama buralarda kimse sevmez onu. Neden gitmez, neden inat eder derseniz, Kesin kara büyülerin falan etkisi altındadır. Yoksa kim dayanır böylesine aşşağılanmaya, hor görülmeye...


Kadın; geceleri sokaklara çıkmadan evvel üzerine siyah bir pelerin geçirir. Pelerinin bir özelliği yoktur aslında. Sadece kendini daha güvenli hisseder. Belkide onların o pis bakışlarından bu şekilde kurtuluyordur. Kimseyle göz göze gelmek, konuşmak istemez. Sesi çıkacak olsa ölüyorum sanar. Yalnız kalmak ister. Onların o küçük ve pislikle dolmuş dünyalarında ve onlarla birlikte yaşamaktansa yalnızlığı tercih eder. Bir kaç kere haksızlık karşısında konuşmuş anarşik demişler. Siyah pelerini yüzünden cadı, büyücü, cinci demişler. Sonun da bi haftada kasabadan beş kişi gizemli bi şekilde arka arkaya ölünce, lanetli olmuş işte...


" Eğer büyü yapabilseydim, önce size yapardım, önce sizin ardınızdan salardım sevgili cinlerimi. Size belki büyü yoluyla insanlığı öğretebilirdim. Kara büyü dediğiniz şey o kadar da kötü değil aslıdan. Sizin insan kisvesine bürünmüş canavar ruhlarınızı görünce bunu daha iyi anladım. Kara büyüyle düzeleceğinizi bilseydim eğer, kesinlikle size büyü yapardım... Lanetlenmiş olsaydım eğer, o bataklığa sizide çekerdim. Sizide lanetlerdim. Lanetim yağmur gibi tepenizden yağarken sizin için üzülmezdim. Cinlerim sizi deli ederken ben daha çok mutlu olurdum. Belki de mutluluktan delirirdim... Sadece ben değil siz bu dünyanın içinde varolduğunuz sürece hepimiz lanetlenmişiz aslında. Kim nasıl yaptı bilmiyorum. Ama siz insan kılığına bürünmüş yaratıklar, siz bu dünyada varolduğunuz sürece hiç bir şey yolunda gitmeyecek. Gerçek insanlar hep rahatsız olacak bu durumdan sizden hep kaçacaklar ama siz hep aynı kalacaksınız. İnsanlığın ne demek olduğunu asla anlamayacaksınız. Beyninizi benim büyülerimle kullanabileceğinizi bilseydim eğer, evet o kuş beyinlerinizi kullanabilesiniz diye size büyü yapardım. Ama size ne desem ne söylesem anlamayacaksınız.... "


Küfür savurdum tüm yalnızlıklara, elime rengarenk bilyelerimi aldım ve koyuldum yola önüme düşen çıplak ölümlere aldırmadan, mistik melodiler takındım ruhuma, ıslak kaldırımlar namutenahilere açılıyordu, çürümeye yüz tutmuş bedenlerin pis kokusu sarmıştı heryanı, karanlık öylesine çökmüştü ki kente, ay ışığı bile aydınlatmıyordu yolumu.
Bin parçaya böldüm ruhumu binini de ayrı yerlerine yolladım evrenin. Kanımı içtim kadeh, kadeh şarap diye, ruhumu saran kara büyülere aldırmadan şeytanla rus ruleti oynarcasına. Müphem çığlıklar sardı ruhumu. Yedi kafalı ejderhalar kesti yolumu, yıktım tüm dünyanın otoritelerini, hiç saydım bedenimi sıyırıp giden mermileri. Ölümün eşiğindeyken yeniden dirildim sanki... Günahların izlerini taşıyordum kokuşmuş bedenimde.
Ve gölgelerin arşın arşın uzamasını seyrettim gece karanlığında, silikti suiletler. Ve tüm sefilliğimle yürüdüm. Okumakla, okuduğunu hazmetmek arasında ki ince çizgiyi buldum. Ve vurup yıktım tüm görgü kurallarını tüm benliğimle. Dünya durdu, kelimeler sustu, cümleler piç oldu...

16 Aralık 2008 Salı

” Köşe başını tutan leylak kokusu Yakamı bırak da gideyim. ” Oktay Rıfat


Orada, o sokağın başında sokaktan geçen herkesi gören, herkesi duyan ve tüm sokağa hakim bir köşe vardır. Bilirim diyeceksiniz ki " e her sokağın bir köşesi olur, hatta iki köşesi olur", hayır bu köşe diğerlerine benzemez. Köşedeki koca çınar sanki bekçisidir sokağın. Yemek kokularına yol vermez ki başka sokaklara çıksınlar, çocuk kahkahalarını yakalar havada hep orada çınlasınlar diye. İşte o günde o köşe başını mesken edinmiştim. Zamanı düşünüyordum, sadece zaman vardı aklımda. İçimden geçip gidebilir mi acaba diyordum kendime. Peki neden görünmez zaman. Aynalara bakınca aslında zamanın görünebildiğini fark ettiğim anlar olmuştu. Ama o anda yanımda bir ayna yoktu. Olsada Zamanın beni nasıl değiştirdiğini anlar mıydım bilmiyorum. Değişen ben miydim yoksa zaman mı? Değişimi yaşarken onunda benden etkilenebileceğinide düşünüyordum. Zaman bir insandan etkilenseydi bu kadar güçlü olur muydu? Bir sürü çelişki içinde boğulmakta zordur. Kendi düşünüp tasarladığın dünyayı yine kendi düşüncelerinle yıkmak ve yeniden bir şeyler inşa etmekte zordur. Çınara anlatsam derdimi anlamazdı beni. Onun istediği tek şey bu sokaktaki güzellikleri zorlada olsa burada tutmaya çalışmaktı. Bu köşe başında duran koca çınar bana bu sokağı sevdirmişti. Gariptir ki konuşuyordu sanki, ben onun yanına uzun süre gitmesem bana darılıyordu. Ama seviyordu beni. Hemde çok seviyordu. Nerden mi biliyorum, eğer sevmeseydi buraları her terk etmek istediğimde yakama yapışan şeyler salıvermezdi ardımdan.

Zaman ve çınar arasında sıkışıp kalmışken iki kadın geçti sokaktan, sesleri yakaladı havada kulağıma yolladı
- ya kardeş tam kırk yıl oldu buralara geleli. Diyordu biri. Diğeri iç çekerek cevap veriyordu
- Ya sorma bizde otuz yılı doldurmuşuz. Gitmek istedik ama nasip işte bir türlü ucu ucuna yetmedi ki...

Sinirlendim ok gibi fırladım. Çınara öfkeyle baktım. Dostum değildi artık düşmanımdı. Nasıl olurdu da bu insanları bunca yıldır buraya bağlayabilirdi. O kadınlar bir zamanlar kim bilir ne kadar güzeldiler gençtiler. Bir sokağa bunca insanı nasıl mahkum edebilirdi. Çok kızdım çok... Hiç bir şey söylemeden uzaklaştım yanından. O gün bugündür gitmem yanına ama o hâlâ azad etmez beni, diğer insanlar gibi...

7 Aralık 2008 Pazar

Ne Okuyalım Hocam?


Beni salak yerine, cahil yerine, hödük yerine, mal yerine... koyan insanlardan hiçbir zaman hazzedemedim. Hem kim hazzeder böyle birşeyden? Ders aralarında sanki boynunun borcuymuş gibi abuk sabuk nasihatlerde bulunan hocalardan da hiç hazzedemedim. Bu hocalardan biri sınıfın içinde volta attığı yerde bize okuyup okumamamız gerek kitapları sıralıyor, ( sorduk sanki kuş beyinli) yüzünde insanı çileden çıkaran ve kendini bilge sanan insanların, belirli bir kitleye hitap eden politikacıların o silik ifadesi, " kişisel gelişim okuyun" diyor. İnsanların kendilerini geliştirmesine bu kadar takan bir dal daha görmedim desem yeridir heralde. Adında hayır yok bi kere. Kişiler istedikleri zaman hayatın içinde kimseden destek almadan kendilerini geliştirebileceklerine mi inanıyorum nedir? Destek ama nasıl bir destek? Adamın bitirdiği üniversite amerikada bir numaraymış, sonra ingilterede master yapmış, sonra bilmem kaç tane kitap çıkarmış mış onlarda yok satmış... Alanlar yansınlar dertlerine bundan bizene? Birde utanmadan aynı bilge tavırlarla, " edebiyat kitapları, siyasi kitaplar okuyup kafanızı fazla karıştırmayın" diyor. Ben senin de senin öğrencilerinin de karışan kafalarınında... Sınıfta kimse ağzını açıp tek kelime edemiyor. Bişey desende seni dinlemeden, cümleni bitirmeden savunmaya geçecekler. Zaten sınıfın içinde kitapla alakası olan kimsede yok. Olsada seslerini çıkaramazlar diye düşünüyorum.
Birinci taaruzu atlatmış olmanın iç rahatlığıyla kendimi kantine atıyorum. İkincinin ve üçününde geleceğini bile bile sanki hiç birşey olmamış gibi muhabbetin koyuluğuna bırakıyorum kendimi. Eve döndüğüm zaman bu konulara kafa yoracak çok fazla vaktim olacak nede olsa. Bir kaç kişi hocanın nutuklarından söz açıyor ben sadece dalga geçip, tavırlarını taklit etmekle yetiniyorum. Sonra içlerinden hocayı şiddetle savunanlar çıkıyor. Ne diyelim biz bu gruba? Yalaka, hıımm güzel bi etiket aslında. Kendi benliğinin farkında olmayan, kendini keşfetmemiş, önüne çıkan herkese hayran olacak türden insanlar her an karşımıza çıkar. Bunlarda o kategoriye giriyorlar işte. Ben tüm umursamazlığımla onlarlada kafa buluyorum. Laf cambazı falan olmaya gerek yok diye düşünüyorum. Kopyaladıkları kadını tanıyorum ve kopyalama sınırlı olduğundan bunlarla eğlenmek benim gerçekten hoşuma gidiyor. Akşam hava kararana dek onları çileden çıkarıyorum ve eve umduğumdan daha huzurlu dönüyorum. Sonra sabah ola hayır ola diyorum...

Sabahın sekizinde hoca " bugun ders işlemeyip sohbet edelim" diyor. Allah'ım nasıl mutlu oluyorum. Ne bileyim bana yükleneceklerini. Müneccim miyim ben? Mutlu oluyorum işte... " Aranızda, diyor benim açtığım konulardan rahatsız olan arkadaşlarınız varmış" otomatik olarak tüm kafalar bana çevriliyor. Ben gülmemek için kendimi zorlarken nasıl da şekilden şekile girdiğimi tahmin edebiliyorum... " Evet, diyorum ben varım..." O aşşağılayan ifadeyi asla unutamam, ama bu ifade beni sadece güldürüyor. Ben sırıttıkça hatune kişi çileden çıkıyor. Gülümsemenin etkili bir silah olduğunu hep düşünürüm ama bu silah hiç bu kadar öldürücü bir etki yaratmamıştı.
Ben büyük bir cesaretle kişisel gelişimcilerden ve onların kitaplarından asla tat almadığımı ve gereksiz kitaplar olduğunu söylüyorum. Sonra aklıma bi cümle geliyor. Ama vallahada billahada o cümleyi nasıl kurdum nasıl böyle bi cesaret sergiledim o kadarını hatırlamıyorum. Cümleyi duyunca belki sizde hak verirsiniz, " kişisel gelişim kitaplarının masturbasyondan farkı yok. Sadece insanın kendini kandırmasından ibarettir ve etkisi fazla sürmez... " falan filan diye devam eden uzun bir cümleydi. Sınıfta öldürücü, hiç değilse beni öldürecek bir sesizlik oldu. Sesizliği bozmaya cesaret edebilir miyim diye düşünürken sessizliği istemeden bozuyorum. Sanki istem dışı konuşuyorum, derin bir nefesten sonra " evet, kesinlikle bende böyle düşünüyorum" diyorum. Hoca uzun nutuklarından birini yine atmaya başlıyor bense şiddetle fikirlerimi savunuyorum. Sonra sınıfın en güzel kızlarından bir tanesi söz istiyor, " ayıp diye bir kitap vardı," diyor. Kitabın adımı ayıp, yoksa kız söylemek mi istemiyor diye epey bi kafa yorduktan sonra fark ediyorum ki bahsettiği kitaplardan bir tanesi Acemi Pezevenk diğeri Benim Hüzünlü Orospularım. Hoca kızı takdir ediyor tabii, öyle isimleri anmadığı için. Tabii bende sazan gibi atlayıp kitapların isimlerini tek nefeste söylendiğim için kınanan bakışlar altında kalıyorum. Hayır anlamıyorum adamlar bu isimleri seçtiyse ben neden utanacakmışım. Üstelik sokaklarda bu kelimeler Allahın her günü havada uçuşurken.Ve aynı anda bir kaç kitap okumayı kimsenin bünyesinin kaldıramayacağından bahsediyor. Felsefenin ve metafiziğin ne kadar derin ve tehlikeli yollar olduğunu anlatıyor. Bende merak ediyorum acaba hayatı boyunca felsefe veya metafizik kitapları okudu mu? Cevabı " tabii ki hayır! " okusan şaşardım zaten. İnsan bilmediği şeylerden korkar. Cehennemi görmez ama onu düşünmek bile insana azap verir. Yeni şeylerden korkar, eski hayatını alt üst edeceği için. Bu kadın hayatın gerçeklerinden korkuyor, kendi otoritesinin sarsılacağı ve vaaz vereceği öğrencileri kalmayacağı için... Edebiyat, siyaset, felsefe... kitaplarını savunurken yine akşam oluyor. Akşama kadar kantinde dersliklerden birinde onlarla deliler gibi tartışıyorum. Güzel bir sonuca varamayacağımı aslında ne kadar saplantılı insanlar olduklarını bildiğim halde kendimi eğlendirmek için onlarla zaman öldürüyorum...


Ertesi sabah hocanın odasına çağrılıyorum. Beni bekleyen şeyi gerçekten merak ediyorum. Odaya girdiğimde üç kuş beyinli kendi aralarında bişeyler konuşuyorlar ben girince derin bir sessizlik oluyor. Üçünün karşısına bir sandalyeye oturuyorum. Rahat, sakin ve huzurlu. En yaşlıları söze başlıyor, " lafı dolandırmadan soracağım, hangi gizli örgüt için çalışıyorsun?" aslında hiç bir örgüt için çalışmadığımı anlatsam olay bu kadar eğlenceli olmazdı. Aklıma gelen ve dünyayı sarsan tüm örgütleri ve korkulan liderlerini sıralarken, onların hiç biriyle çalışamayacağımı veya onlarla aslında asla anşlaşamadığımı anlatıyorum. Yüzlerinde şaşkınlıktan şaşkınlığa atlayan ifadelerle beni dinliyor ve soru yağmuruna tutuyorlar. Sonra kendime soruyorum " harbiden ben hangi örgüt için çalışıyorum?" Ben diyorum aslında hiç biriyle içli dışlı olmadım. Benim çalışma tarzım daha farklıdır, işimi bitirir paramı alır yoluma giderim. Son gelen teklifse beni epey düşündürdü, hep bir ağızdan " neymiş teklif?" diyorlar. Tetikçi olmamı istediler ve bu iş için biçilmiş kaftan olduğumu gerçekten soğuk kanlı olduğumu söylediler, e bu kadar gaza kim dayanır bende kabul ettim...Sonra dedim ki, eğer biri karşıma çıkarda " bizim haydutlarımız bir kelebeğin önünde diz çöker" derlerlerse işte o örgüt için canımı bile veririm. Komik mi? Bana sorarsanız çok güzeldi. Ama adıma yapılan işlemler ve benim o işlemlerden kurtulmam epey zaman aldı...


KIZIMA

Vücut,akan bir sudur,
Adem,bir umman,kızım.
Hayatın aslı budur,
Gayrısı yalan,kızım.

Madem ki bir ırmaksın,
Çağlayıp akacaksın,
Niçin derdiyle yaksın,
Seni bu devran,kızım.

Gönlünü sal sevince,
Düşünme fazla ince.
Oku,vakti gelince,
Bahtına meydan,kızım.

Ömründe dört fasıl var,
Üçü kış,biri bahar.
Çalış ki görmesin kar
Sendeki nisan,kızım.

Gül mateme uzaktan,
Ne çıkar ağlamaktan?
Sen ayrılma şafaktan,
Geceler zindan,kızım.

Neş'eli ol,neş'eli,
Varsın desinler deli!
Eğlenmeli,gülmeli
Her gün,her zaman,kızım.

Gençlik tutulmaz elle,
Geçirme boş emelle.
Sen bunu böyle belle,
Güzel kızım,can kızım

Faruk Nafiz ÇAMLIBEL

1 Aralık 2008 Pazartesi

Mim


Bugün konumuz takıntılarımız mış arkadaşlar. Şimdi ben düşünüyorum düşünüyorum takıntım var mı diye ama aklıma hiç bişey gelmiyor (iç ses; sen öyle san). Eskiden olsa temizlik takıntım var diyebilirdim ( iç ses; hadi be sen mi temizsin) kes diyorum bu iç sese de. Evet artık temiz değil bilakis çok pis pasaklı ve dağınığım ve iyiki de öyleyim ohh bee... Birde eskiden simetri takıntım vardı. Kafayı yedim beyaz bi gömlek giydirdiler sonra bol bol ilaç verdiler oda geçti çok şükür...
Evet şimdi aklıma bir takıntım geldi, ringe çıktığım zaman son darbeyi benim indirmem gerekti. Rakibim ister erkek olsun ister kadın. Eğer o son darbeyi ben atamazsam hırsımdan kendimi yer bitirirdim. Bu son darbe olayı manevi olarakta beni etkilemeye başladı. Biriyle tartışırken son sözü ben söyleyebilmeliyim halini aldı. Kontrol altında tutmaya çalışıyorum ama sanırım pek başarılı olamıyorum... Hatta bu son darbe olayını çok abartıp bana şaka mahiyetinde vuran arkadaşlarımı bile sakat bırakıyorum. Ama ben onları hep uyarıyorum bu benim sorunum değilki...Birde bu ben çok güçlüyüm herkesten güçlüyüm, herkesten inatçıyım, asla yıkılmam, asla pes etmem... gibi takıntılarım var ( yahu bir dakika doktor bey ne gömleği yine aşırı değil ki bunlar) yani bu doktorda benden deli bana giydirmeye çalışıyor o gömleği. Hem kim demiş bunlar büyük takıntılar diye. Ben bi kendime zarar veririm. Kaldır ulan gözümün önünden şu gömleği psikopat mıdır nedir? İlla giydircek manyak....
He şimdi hatırladım birde tuvalette sigara içme alışkanlığım var. O olmadan giremiyorum tuvalete falan. Bak sigara alışkanlığı dedim gene gömlek geldi aklıma. Giymek istemiyorum be manyak mıdır nedir? hem ben deli de değilim takıntım falan da yok benim. Kim çıkardı be bu mimi geldiler bana yine... Hayır elinde orağıyla Azrail Efendiyi görsem bu kadar sinirlerim bozulmaz...Bu gömlek delirtiyor beni. Hem bana kimse deli de diyemez altı üstü bi kaç takıntı Allah Allah.


Negatif-im bana şu adam gömleği giydirmeden sana atayım topu. Bir kaç ay sonra görüşürüz nede olsa girince çıkamıyorum bu gömleğin içinden. Patlama be adam geliyorum...

Keşke


Bir cadde boyu yürüyorum, omuzlarım ağırlaşmış, ellerimi soğuktan hissetmiyorum. Yağmur çiseliyor, gökyüzü kara kışın habercisi, bulutlar güneşe yasak koymuşlar dünyaya yüzünü gösteremesin diye. Şehir zaptedilmiş kömür kokusuyla, çek ciğerlerine çekkk, geberene kadar çek. Hava soğuk veya ben soğuğum, üşüyorum dayanamıyorum bu soğuğa. Caddenin sonunda bir park, rüzgar ıslık çaldıkça rengarenk yapraklar havada raks ettikleri yerde süzülüyorlar süzülüyorlar. Havanın soğuk olması kimin umrunda. Bir tablo geliyor aklıma, sanki ressam burayı çizmiş. Parkın ortasından bir dere akıyor o tablodada ama biliyorum ki o tabloyu çizen bir Fransız. İnsanın insana benzediği gibi mekanda mekana benziyor demek... Benziyorda ne kelime o tablo işte. Tablonun içinde olmak bana huzur veriyor. Hemde ne huzur, nasıl tarfi edeyim ki size? Sanki tipiden kurtulup bir kahveye kendimi atmış çini sobanın yanında ellerimi ısıtmış kadar ısınıyor içim. Artık tablonun içindeyim. Sonradan hatırlıyorum o tabloda pelikanlar, ördekler ve kurbağalar vardı. Neden burada yoklar? Belli ki oraları henüz insanlar pis çıkarları için işgal etmemişler. Neyse işte sonuçta ben tablonun içindeyim ve bu tablonun içinde olmak beni ısıtıyor...


Şehrin yaygarasına yeniden döndüğüm zaman kendimi atabileceğim bir kahve arıyorum. O tablo kadar sıcak bir kahve, çini sobasıda olsun içinde. Ve bir kahve buluyorum sonunda sobası çini olmasada içeriyi sıcacık yapmış. Bir çay, bir çay daha, sonra bir çay daha... İçeriye giren insanlar önce sobaya seğirtiyorlar ellerini ısıtıp kendilerine gelmeye çalışıyorlar. Duvarlarda yağlı boya tablolar var ve beş masa.


Günün sonunda evimdeki sobamın başında buluyorum kendimi, ısınamıyorum bir türlü. Evim bana yabancı geliyor. Kırk yıldır uğramamışım gibi. Sesler yabancı, yüzler yabancı, eşyaların bu silik yüzü beni kahrediyor. Bu eşyalar hep bu kadar eğreti mi dururdu etrafımda? Bir tablo var odamda, solmuş çiçekler konsolun üzerine dökülmüşler. Sonra yine o Fransız ressamın tablosu geliyor aklıma. Beni herşeye yabancı yapan bu tablomu? O parka gitmek istiyorum yeniden ama kendimde oraya dönecek gücü bulamıyorum. Hem gece oldu o güzelliği kalmamıştır belkide.İçimde bişeyler eziliyor sanki. Keşke diyorum, keşke bu kadar inatçı ve gururlu olmasaydım. Tabloyla ne alakası var diyeceksiniz. hiç bir alakası yok işte, ama keşke ahh keşke...


Kopuk anlarla dolu kırksekiz saat. Artık pazartesi oldu sanırım. Çok şükür diyecek takatim bile yok benim. Keşke bu sahneyi yeniden çekelim diyebileceğim bi yönetmen olsaydı. Olmadı hocam yeniden çekelim. Ben yaptığım her hatayı düzeltir daha iyi bir iş çıkarırım. Yok işte yookk...Beni silsinler bu hayattan sonra bi yazar yeniden yazsın benim hayatımı. Ben ona ilham veririm hem. Birde iyi bir yönetmen olsun, ben olmadı baştan derim o da yeniden çeker...