27 Şubat 2009 Cuma

Televizyon


Bir bahar akşamı, baharın gelişini kutlarmışçasına açmışlar pencereleri. O beyazı göz alan, tüm mahalle sakinlerinin dilinden düşmeyen kar beyaz perdeler sanki gökyüzüne yelken açmak istermişçesine kafalarını dışarı çıkarıyorlar. Fakat hemen akabinde yemek masasında oturan sahibelerinin " sakın ola üstünüzü başınızı kirletmeyin " diyen bakışlarını üzerlerinde hissedince bir solukta yeniden içeriye kaçıyorlardı. her tehditkar bakışı ve sözü çabuk unutan çocuklar gibi yeniden başlarını dışarıya uzatıyorlardı. perdelerin oyunu devam ederken odada kuralan sofrada keskin bir sessizlik hakimdi. Sofra dört kişi için kurulmuştu, Ayşe Hanım ve çocukları masada Ahmet Bey'i beklerken, kızları Yasemin bir çırpıda kalktı ve televizyonu kapadı. Her akşam yemek saatinde seyredilen dizilerden, reklamlardan, haberlerden sıkılmıştı artık. Büyürken kendi kuralları olsun istiyordu o da. Mesela akşam yemeği yerken televizyon seyretmek yerine tatlı tatlı sohbet edebilirlerdi. Hem televizyonda seyrettiği dizilerde, filmlerde görüyordu ne güzel sohbet ediyorlardı insanlar. Yemeği yedikten sonra güzel bir bahçe sefasıda hiç fena olmaz diye düşündü. Sanki baharın tatlı ılık havası onu duymuş gibi rüzgar odanın içini doldurdu. Rüzgarla birlikte bahçeden tatlı tatlı çiçek kokuları geldi. Masada duran dolmaların kokusuyla çiçek kokuları birleşince insanın iştahı iyice açılıyordu.Ahmet Bey masadaki yerini alınca sanki bir eksiklik, bir değişiklik varmışçasına etrafını tedirgin gözlerle inceledi. Her eşyaya ve ev sakinlerinin yüzüne daha dikkatli baktı. Sonra o gür sesiyle " neden televizyon kapalı " diye sordu. Evet Ahmet Bey'in sinirli olduğunu ve her daim şikayet edecek bir şeyler bulduğunu biliyorlardı ama sadece televizyonun kapalı olmasıyla bu kadar sinirleneceğini hiç tahmin etmezlerdi. Etmezlerdi çünkü onların evinde televizyon asla kapanmazdı. Mesela telefon çalardı, sadece ses kısılırdı. Komşu gelirdi, ses kısılırdı ama yinede bu komşusundan komşusuna değişen bir kavram olurdu. Komşularıyla yemek programları izlediği çok olurdu Ayşe Hanım'ın. Yasemin süklüm püklüm " biraz sohbet edebiliriz diye düşünmüştüm, dedi. Ahmet Bey yerinde huzursuzca kıpırdanırken homurdanırmışcasına bir pekii çıktı ağzından. Kaşıklar ve çatallar o kar beyaz porselen tabaklara ve kaselere değerken, evin içinde çınlayan ses rahatsız etti önce hepsini. Birbirlerinin yüzüne bakıyor ama konuşacak hiç birşey bulamıyorlardı. Sonra Yasemin atıldı yine, " baba biliyor musun marsta hayat olma ihtimali insanları hâlâ çok heycanlandırıyor " Ahmet Bey kızının yüzüne bir tuhaflık varmış gibi baktı. Tahmin edileceği gibi işte, küçük Yasemin bile televizyondaki o reyting uğruna herşeyi yapabilecek sunucular gibi konuşmaya başlamıştı. Ahmet Bey'in bir Ahmet Çakar gibi yorum vermesini beklemeyin. Ahmet Bey daha çok gençliğinde izlediği sessiz sinemaları severdi. O konuşmak yerine mimiklerini kullanmayı tercih ederdi. Beden dili bile onun için büyük bir gereksizlikti. Yasemin de hemen pes edeceğe benzemiyordu ama Ayşe Hanım atıldı, oğlum senin derslerin nasıl gidiyor?, doğru aynı evin içinde yaşıyorlardı. Ama çocukları öylesine kendi hallerinde öylesine uslulardı ki okuldan gelince hemen ödevlerini bitirir sonrada tabii ki televizyon seyrederlerdi... Evin son ferdi olan Murat bu duruma hayli şaşırmış olacak ki kahverengi kocaman gözlerini daha da kocaman açarak ve uzun kirpiklerini hızlı hızlı kırparak annesine baktı. Evet babasından çok şey aldığı kesindi. Tabii ki cevap vermedi...
Yemek bitti bitecek. Her açılan konu baba oğul tarafından ustaca bastırılmıştı. Yasemin'in omuzları iyice çökmüş. Babanın gözlerinin içine bakınca artık televizyonun açılma vaktinin geldiğini ve babanın canının tatlı istediğini anlıyordu Yasemin. E anlamasın mı? Boşuna demezler " anasının kızı " diye... Yasemin ağır aksak adımlarla televizyonun yanına gidip televizyonu açtı. Ilık bir esinti daha doldurdu odayı, leylak ağacının kokusu bastırdı gül ve dolma kokularını. Rüzgarla birlikte sessizliği metalik ince bir kadın sesi bozdu " Evet seni aldattım hemde en yakın arkadaşınla... "

21 Şubat 2009 Cumartesi

Başka Zaman Kütüphaneleri


İsmiyle dikkatimi çeken kitaplardan bir tanesi. Eğer kitaplar yüzünden delirmişseniz ve eğer kitaplara çok değer veriyorsanız, kitapların kapaklarına ve isimlerine sık sık takılır kalırsınız. Kitabın 2003 dünya fantezi ödülü aldığını görünce dikkatimi daha çok cezbetmeye başladı. Kitap altı öyküden oluşuyor. Öykülerin hepsi kitaplar ve kütüphaneler hakkında. Öykülerin hepsi birbirinden güzel. Benim en beğendiğim öyküler Cehennem Kütüphanesi ve En Küçük Kütüphane oldu. En Küçük Kütüphanede uzun zamandır yazamayan bir yazar ve esrarengiz bir kitap hakkında. Esrarengiz kitabın kapağında " Dünyanın En Küçük Kütüphanesi " yazıyor. Yazar başta bunun ne anlama geldiğini anlamıyor. Kitabın kapağını her açıp kapadığında içindeki romanın kaybolup yerine yeni bir roman geldiğini fark edince elindeki hazinenin değerini anlıyor. Cehennem Kütüphanesinde ise dünyadayken bulaşmadığı pislik kalmamış bir adamın cehennemde ceza almak üzere bir memurun huzuruna çıkarılmasıyla başlıyor öykü. Memur ve adam arasında geçen konuşma beni en çok güldüren bölümdü. Alacağı cezayı düşünürken memura cezayı sorma gafletinde bulunuyor adam.

Ceza olarak kitap okuyacağını duyan kahraman kısa bir şoktan sonra soruyor; " ceza olarak mı? "

" Biz buna terapi diyoruz "

" ateşte yanmak terapi mi oluyor? "

" ateşte yanmaktan bahseden kim?"

" belki yağların içinde kaynatmak veya ipe gerilmek... "

" Saçmalama ! Orta çağda değiliz! "

" Özür dilerim bilmiyordum."


Sonra kahramana kısa bir açıklamada bulunuyor memur; " ... Buraya gelenlerin yüzde 84'12'si okumaktan nefret ediyor... Okuma yazma bilipte kitaptan vebadan kaçmış gibi kaçmış yüzde 47,71'e ne demeli? Geri kalan yüzde on kadarıda bir şekilde kitap okumuş ama onlarda kendilerine birşey vermediğini düşündükleri okuma eylemini zaman israfı olarak görüyorlar... "

Okumayı seven ve kitaplara değer veren herkesin seveceğini düşünüyorum...

15 Şubat 2009 Pazar

Depresyon mepresyon, bunalım munalım


İnsanların bana neler yapıp, neler yapamayacağımı söylemesinden nefret ediyorum. İnsanların beni bir şekilde hakimiyetleri altına alabileceklerini düşünmeleri ve buna koruma demelerinden nefret ediyorum. İnsanların benim sınırlarımı çizmeye çalışmalarından nefret ediyorum. İnsanların benim sınırlarımı ezip geçebileceklerini düşünmelerinden nefret ediyorum. Çok bilmişliklerle beni bunaltanlardan, mütemadiyen ata sözleri ve deyimlerle konuşanlardan, durmadan öğüt verenlerden de nefret ediyorum. İşin aslı son zamanlarda çevremdeki herkesten eşit derecede nefret ediyorum. Değer verdiklerim ve sevdiklerimin bile en anlamsız hareketlerinden nefret ettiğim zaman kendimdende o eşit derecenin en yüksek payıyla nefret etmeye başlıyorum. Biliyorum geçecek. Ve yine biliyorum bende aciziyetini her zaman muhafaza eden bir adem evladıyım. İnsanların zıtlıklarla oluşan bünyelerinde aciziyetin karşısında iyiki muvaffakiyetleri var ve iyiki bu duyguları istedikleri zaman istedikleri şekilde kullanabiliyorlar. Ben ruhumun isyankar tarafını cilalayıp baş ucuma koyarken bir zaman sonra ondan sıkılacağımı ve yerine yenisini getireceğimi çok iyi biliyorum. Bunca bilmişliğin arasında ruhumun bu kadar derinden sızlamasına bir anlam veremiyorum. Derin düşündüğüm zaman bunların hepsine rengarenk anlamlar verip hepsini zihnimdeki raflara yerleştirip belirli süre orada onları seyredip sonra, aman siz tozlandınız deyip onları yeniden indirip yeniden temizlemekten sıkıldı sanırım ruhum. Anlamak aramak herşeye anlam yüklemek veya anlamlarını bulup yerli yerine yerleştirip göze görkem bir hale getirmektende sıkılmış olabilir. Ruhumun yanı sıra beyniminde isyan sesleri duyuyorum. Azat et bizi diye çığlık çığlığa bağırıyorlar. Hiç kusura bakmasınlar kimseyi azat edemem... Rafların yanı sıra son zamanlarda bir karadelikte kaybetmekteyim herşeyi. En basitinden en önemli olaylara kadar herşeyi unutup, o kara deliğin başına oltamla oturuyorum sakince. Oltanın ucuna ruhumun ve beynimin en çok sevdiği yemlerden birini takıp oltamı itinayla karadeliğe salınca hiç ummadığım şeyler çıkıyor karşıma. Çookk öncenden yaşadıklarımın kırıntılarını bulurken bazen öyle şeyler takılıyor ki oltanın ucuna onu gözüm kapalı yeniden olduğu yere atıyorum. Ama karadelik bana nispet olsun diye kabul etmiyor onları. Çocukken giydiğim kirli bir bot takıldı geçen gece oltaya. Pek bi anlam veremedim bu botu ne diye hala sakladığıma. Belliki beynimiz biz istesekte istemesekte herşeyi oraya atıldığı haliyle itinayla muhafaza etmekte. Biz istediğimiz kadar temizlemeye düzenlemeye çalışalım o her zaman düzenli bir saklayıcı ve koruyucu. Bre mubarek kayıp bürosu gibisin. Kayıp büroları bile senin kadar düzenli çalışmıyor. Ezcümle son zamanlarda şizofren ruhum intihara ve katletmeye fazlasıyla meyilli...

7 Şubat 2009 Cumartesi

Bit Palas


Türkiye'de aynı ismi taşıyan, aynı şeyhin, kaç mezarı vardır? Hiç düşündünüz mü? Veya denk geldiniz mi? Sadece Türkiye içinde bir Peygamberin birden çok mezarı olabiliyor mesela. Veya bir evliyanın birden çok mezarı. Elif Şafak Bit Palas romanında bu konuyu bana kalırsa çok eğlenceli bir şekilde kaleme almış. Bir zamanlar bir mezarlıkta aynı ismi taşıyan iki türbe bulunması ve bu mezarların yolun içine girecek olmasıyla başlıyor öykü. Sırf oy toplamak için birbirlerini dinsizlikle suçlayan, insanların manevi duygularını yine oy toplamak için sömüren ve bu mezarların aslı astarı yok kardeşim diyemeyen insanların birbirleriyle tartışmaları ve mezarın başka bir yere taşınmasıyla başka boyutlara sürükleniyor roman. Zaten mezarın ikisinden de kemik bile çıkmıyor... ama bu halka yansıtılmıyor... Şimdilerde oy uğruna yapılan yalakalıklar, oyunlarla aralarında hiç fark yok. Anlamıyorum insanlar hep aynı oyunlara nasıl olurda düşer. Hayır eşek bile eşekliğiyle bi çukura bir kere düşüp birdahaki sefere çukurun etrafından geçebilirken...


Ve yıllar sonra bu yere bonbon palas adında bir apartman inşaa ediliyor. Ve tabii inşaa ettirenlerin hayatlarıda romanda önemli yerler tutuyor. Türkiye'de en büyük sorunlardan biri olan çöp dökme, atma, toplama bonbon palas sakinlerinin başını bi hayli ağrıtmaya başlıyor, çünkü herkes çöpünü getirip bonbon palas'ın bahçe duvarının önüne atıyor. Ve evlerde durulamayacak hale geliniyor zamanla. Durmadan yükselen ama asla alçalmayan bir çöp dağı oluşuyor bonbon palasın önünde. Her dairenin kısa kısa öyküsünü anlatıyor sonra yazar. Bu daireler içinde yaşananları ve finalde hepsinin hayatları hakkında alacağı kesin kararları merakla bekliyorsunuz kitabı okurken. Apartman sakinlerinden birinin aklına bit kadar küçük bir fikir geliyor. Tabii bu fikir aklına gelirken buranın eskiden mezarlık olduğunu ve o mezarlar içinde iki türbenin bulunduğunu bilmiyor. Bir gece gizlice çıkıp yeşil boyayla " burada yatır var çöp dökmeyin" yazıyor. Ve bu yazıdan sonra iki kişinin bahçedeki ibrişim ağacının altındaki yatıra dilekleri oluyor ve enteresan bir şekilde dilekleri kabul oluyor. En komik kısmıda buydu sanırım. Hoş bence tüm yatırlar matırlar ve onlara adanan adaklar komiktir ama...


Tadından yenmez bir roman diyemem. Zaten anlatmaya kalksam sayfalarca şey çıkarırım ama son zamanlarda hiç havamda değilim. İlham perisine kokuşmuş küfürlerimi de savurduktan sonra birdaha bana uğramamasını temenni ediyorum... İlham perisi zımbırtılarınada insan kendini iyiden iyiye inandırır. Yok öyle bişey! Okumak isterseniz eğer, eğlenceliydi. Elif Şafak'ın kalemini belki başka bir zamanda eleştirir veya överim...

2 Şubat 2009 Pazartesi

Azap


Önce bir kan damlası beliriyordu beyaz mermer üzerinde, kan damlasının nereden geldiğini anlamaya çalışırken ağzından burnundan kan geliyordu. Sonra üzerindeki herşeyin al kızıl kana boyanması ve bu kan içinde nefes almaya çalışırken ciğerinden vurulmuş olduğunu fark etmesi, saniyeden kısa sürüyordu sanki. Bir el silah sesi. Ne zaman ateş aldı bu silah? Hedef kendi miydi? Ve ansızın elindeki silahı fark edip daha da dehşete düşüyordu. Mermerin üzerinde yürürken ardında bıraktığı kanlı adımlara takılıp kalıyordu gözleri. Mermer zeminin üzerinde tahta eski bir kapı vardı, kapının aralık olduğunu anlayana kadar bakıyordu kapıya. Aslında neye baktığının farkında bile olmadan. Bu kadar kan kaybedip nasılda hâlâ hayatta olabildiğine şaşıyordu en çokta. Uçsuz bucaksız bir yerdi sanki burası. Ulu orta yerde tahta eski bir kapı. Ama ne sağında nede solunda duvar yok arkası boşluk. Sonsuza uzanıyordu mermer zemin. Sonsuzun ortasında bir kan gölü. Kendi kanı. Kapıyı aralayıp başını içeri korka korka uzattığında göreceği tek şeyin yine mermer olduğunu düşünüyordu. Oysa içerisi dışardaki mermer zemin ve onun berraklığına hiçte benzemiyordu. Heryer ve herşey tahtaydı burada, dışarının aksine boğuk, basık, karanlık... İnce uzun ama yine sonsuz. Sonsuzluğun içinde sonsuz tabut ve sonsuz ceset. Ama sanki diriydiler, sanki hâlâ nefes alıp veriyorlardı. İçlerinde tanıdık bir yüz bulabilmenin merakı ve korkusu sarıyordu her yanını. Gencecik bir delikanlının başında duruyordu şimdi, beyaz kefenin tüm bedenini kapladığı ama sanki özellikle sadece yüzünü açıkta bıraktığı bir cesettin başında durup kalıyordu. Delikanlının gözlerinin çevresi halka halka mor, siyah, kırmızıya bürünmüştü. Delikanlının ansızın gözlerini açması ve bileğinden tutup gözlerinin içine bakmasıyla sıçradı yatağın içinde. Yine aynı kabustu. Ne zaman gözlerini kapasa ve ne zaman uykunun masum kollarına bıraksa kendini aynı kabusun, aynı dehşetiyle sıçrıyordu yatağından. Kabusun güzel uykusunu bölmesine katlanabilirdi ama her uyanışında sırıl sıklam olması ve her defasında gözlerinden süzülen yaşlar canına tak etmişti artık.

Bundan tam iki hafta önce başlamıştı bu kabuslar. . Bu kabusların başlamasından tam iki hafta önce okul çıkışı bir arkadaşına rastlamıştı. Her zaman tebessümü ve tatlı dilliliği boynunun borcu bilmiş arkadaşının yüzünden düşen bin parçaydı. Bir kaç kere seslenmese onu duyacağı bile yoktu. Önce boş gözlerler baktı sonra yüzüne eğreti bir tebessüm yapıştırdı ama gözlerindeki çaresizliği silemedi. Güldürdü, kızdırdı, söyletti ağlattı... ve her zamanki gibi sonunu rakı masasında tamamlattı. Alkolun kanına karışmasıyla bir tesbihin habbeleri gibi döküldü, açıldı arkadaşı. Paraya ihtiyacı olduğunu söyledi, ama nasıl bulacağını bilemediğini söyledi. Konuştukça açıldı, açıldıkça acizleştiğini düşündü. Koca servetin ardında hiç birşey bırakmadan gitmesiydi aciziyetinin en mel'un sebebi. Okul için gerekli olan parayı bir türlü ucu ucuna denk getiremiyordu işte. Üstelik son iki haftaydı. Alkolun kana karıştıktan sonra beyninin yeksenaklığını bozan ve bu durumu toparlamak için diklenen ayyaşlar gibi diklenmeye küfürler etmeye başladı. Arkadaşına bu parayı bulma konusunda yardım edeceğini anlatsada dinletemezdi zaten. O olana bitene çoktan boyun eğmişti...

Ertesi sabah erkenden çocukluğundan beri tanıdığı bir zamanlar ondan it gibi korkan şimdiyse bütün bir semti serçe parmağında oynatan yan kesecinin yanına gitti. Yan kesici dediysek öyle geçmişini bir kalemde unutupta eskiden ona kol kanat germiş insanların canını yakan türden de değildi hani. E herşeyin bi raconu var icabında... El pençe divan durdu on sekizlik yan kesici karşısında. Lafı evirip çevirmeden izah etti durumu. Durumu izah ederken içi rahattı. Ne zaman kendimiz değilde bir başkası için iylik güzellik dilensek bir başkasından bizimde içimiz rahat olur nede olsa. Sonunda cinayet, hırsızlık, gasp... olsada. Bu parayı hemen temin edebilirdi, " hemen abi , dedi hemen. sen yeter ki emret!" ama bu durum içinin rahatlığına kezzap suyu döküyordu. On sekizlik gaspçıyı şimdi yeni yeni gasplara meylettirmekte onun raconuna tersti işte. İşi birlikte yapmaya karar verdiler. Çevrede ne kadar bu iş için uygun semt varsa hepsini bir bir didiklemeye başladılar ve sonunda birinde karar kıldılar. Cillop gibi bir jip kestirdiler gözlerine. Bir şekilde ya içindekilerle yada sadece koparabildikleriyle yetineceklerdi işte. Olmadı bi işe daha soyunacaklardı. O sadece kendine daha doğrusu arkadaşına yeteni alacaktı gerisi küçük gaspçının cebine kalacaktı. Herşey yolunda gitti hiç bir pürüz çıkmadı. Arabayı ellerinden çıkarmaları da hiç zor olmadı. Herşeyi o gece hallettiler. Eve huzur içinde girdi, nasıl o pis işi huzur içinde yaptıysa eve de öyle huzurlu döndü işte. Soyunup yatağa girdikten sonra dışarda silahlar patladı. Kulakları sağır edecek kadar çok ve ardı ardına. Hiç birşey yokmuş gibi pencereye kıçını döndü, e nede olsa bu semtte böyle şeyler hep oluyordu. Kapı zangır zangır sarsılmaya, gümbür gümbür çalınmaya, tekmelenmeye ve yumruklanmaya başladı. Bir kadın feryadı duyuluyordu kulakları tırmıklayan. Kapıyı açtığında caddenin ortasında gencecik bedeni kanlar içinde yatıyordu İbrahim. Gaspçı ibrahim... Nerden bileceklerdi ki çaldıkları jipin içinin eroin dolu olacağını...