14 Temmuz 2008 Pazartesi

Bilinmeyen Biz



Sıradan bir rüya gibi başladı, her gün yaptığı şeylerin hızlı çekimini görüyordu sanki. Hergün gittiği iş yerinde kendine ait olan her zaman gurur duyduğu odasına yeni bir kapı eklenmişti ve ne garip bir kapı, " dünyanın en eski yapıları arasındadır" dedi, en alaylı tavrıyla. Rüya olduğunu biliyordu her gece aynı şeyleri görmekten sıkılmıştı artık. Her gece o günün tekrarı olmak zorunda mıydı? Oysa hayatı ona hep sıkıcı gelir, yatağa girdiği zaman fantastik roman okumayı tercih ederdi. Hem bu sayede belki bir fantastik romanda yazabilirdi. Roman yazamasa bile öyle bir rüya görebilmek için neleri feda etmezdi ki. Kapıya baktı, sıradan bir kapı değildi. Üzerinde hiç görmediği ve değerli olduğunu düşündüğü taşlar vardı, taşların arasında yunan tanrılarını andıran işlemeler. Kapıyı açması gerekti, güzel bir dünyaya açılacaktı belki de. Elini tokmağa atmadan evvel tokmakta kendine bakan bir göz olduğunu fark etti. Kırmızıydı göz, şeytan tasvirlerinde ki gibi ürkütücü. Göze alaycı bir gülümsemeyle baktı, elini ağır ağır tokmağa uzattı ve bir sesle irkildi, " içeriye girmek istediğine emin misin?", bir kaç adım geriledi sanki kalbi bademcikleriyle yer değiştirmişti. " kim var orada" demekle yetindi, soruyu duyan - in, cin ne derseniz- şeytani bir kahkaha attı, " konuşan bir kapı görmeyen birine göre soğuk kanlıydın", tereddütle baktı kapıya, tokmakta ki göz canlı mıydı? İstediği zaman rüyalarını sonlandırabilirdi, denedi yapamadı. " Rüya değil neden anlamıyorsun " kapıya daha yakından bakması gerekiyordu ve gerçekten rüya değilse ne yapacaktı? Konuşan bir kapı... Eğer rüya değilse işine son verilecekti ve bu kapıyı yanında götürmesi istenecekti, bir ömür boyu konuşan münasebetsiz bir kapıyla - yoksa delirmiş miydi- ne yapabilirdi? Ses yükseldi ve bir okadar sinirliydi " rüya değil diyorum sana!", gözün içine baktı, dizlerinin üzerine çökmeyi düşündü ve biraz daha yaklaştı. Bu göz gülüyordu sanki, alaylı bir tebessümü andırıyordu. Elini tokmağa attı. Bu defa kararlıydı kapı açıldı, bir an gözlerine inanamadı, gökyüzünü hiç bu kadar kötü durumda görmemişti. Gökyüzü griydi ve siyah bulutlar gökyüzüne hakimdi, gökyüzü yeryüzüne yaklaşmıştı sanki...


Önünde uzanan patikada yürüyordu, patikanın iki tarafıda çiçeksiz dikenlerle kaplıydı. Dikenler çiçekler gibiydi, birbirlerine benzemiyorlardı. Korkmadan yürüyordu. Burada bu korkunç dikenler ve uçurumlardan başka birşey yoktu. Arkasında ayak sesleri duydu ve bir kaç saniye içinde ensesinde bir nefes, "bu insan nefesi olamaz" diye inlerken kollarına bir şeylerin yapıştığını hissetti. Uçuyorlardı sanki hiç bir şeye benzetemezdi bu canavarları. Bunun tek nedeni, cisimleri yoktu, sadece nefes... Uçuş fazla sürmedi o korkunç uçurumladan birinin kenarındaydılar şimdi. Uçuruma doğru itiyorlardı, bir an durdu " göremediğim yaratıklar var ve beni öldürmek istiyorlar" bunu söylerken ellerini kendine doğru çekti, canavarların kollarını nasıl sıktıklarını fark edememişti, tüm gücüyle haykırdı " siz bırakın ben yaparım" nede olsa yaşamak için can atmıyordu ve intihar için buradan güzel yer bulamazdı, kesin ölecekti... Hem rüyaysa sadece tek sıçrayışla uyanacaktı. Arkadaşlarına anlatabileceği güzel bir kabus onun için bulunmaz bir fırsattı. Ellerinden nasıl sıyrıldığını kendide anlayamadı, belki yapacağına inandırmıştı. Uçurumdan aşşağı süzülürken bu kadar güzel bir duyguyu başka nerede tadabilirim diye düşünmeden edemedi. Ve çakıldığı yer kocaman bir şatonun bahçesiydi.Ayağa kalkmayı denedi yapamadı. Tüm kemiklerinin kırılmış olabilme ihtimalini düşündü, nefes almayı denedi alamadı, ciğerlerinin patlamış olabileceğini düşündü, " ne bu? kabus olsa bu kadar acı çekmem, öldüm desem hala hayatta olduğuma eminim. Ne bok yiyorum ben burada?" Ne kadar yüksekten düştüğünü görürse ölüp, ölmediğine karar verebilirdi görebilmek için ayağa kalkmalıydı... Ringe çıktığı zaman sert yumruklar karşısında bazen kendini böyle hissederdi, acaba durumunu sadece abartıyor muydu? Ellerini kıpırdattı, ayağa kalkabileceğine emindi artık. Ayağa kalktığında ilk işi arkasına bakmak oldu, keşke bakmasaydı... Arkasında ellerinde oraklarla iki atlı geliyordu, atları ne kadar güzeldi ve ne kadar hızlıydılar ki onca mesafeyi iki dakikada kat edebilmişlerdi ve binicilerinin pelerinleri havada uçuşurken bu pelerinlerin içinde aslında hiç birşey olmadığını anlamasıyla, tek çarenin şatoya girmek ve kapıyı kapamak olduğunu anladı. Şatayo girdi ve kapının arkasına geçti, bir kaç denemeden sonra bu kapının asla kapanmayacağını anladı. Kıvrımları aşşağıdan bile bakınca mide bulandıran merdivenleri tırmanmaya başladı. Artık arkasındaydılar ve ondan çok daha hızlıydılar, " benim bu hantal bedenim olmasa bende sizin kadar hızlı olurdum." , böyle bir cümleyi korkmadan nasıl da kurabilmişti? Hâlâ rüya olabilme ihtimali kurdurtmuştu, kim kabus görürken ölür ki?


Merdivenleri umduğundan daha hızlı tırmanmıştı ve o yaratıklar ansızın kaybolmuşlardı. Ve bir kapı daha. Bu iş sıkıcı olmaya başlamıştı artık. Yorulmuştu , bundan sonra - hayatı devam ederse - asla macera aramayacaktı. Macera dedikleri şey buysa eğer olmaz olsundu... Sabırsızlandı, kapıyı açtı. Önce gözlerine inanamadı, ama inanması gerekti... Ne de olsa başından beri herşeye inanmak zorunda kalmıştı...Tam karşısında şaha kalkmış dev bir yılan duruyordu, dev bir kobra... Ona doğru sürünmeye başladı. Gerileyemedi... Yanına geldiğinde " şimdiye kadar ölmediysem bile artık ölürüm " derken yılan konuşmaya başladı, " kaçabileceğini mi düşünüyordun? Böyle bir şeye asla müsade edemem.". Kalbinin sesini artık duyamaz olmuştu, düşüş anını da düşünürsek o zaman durmuş olmalıydı ama şu anda ona çok ihtiyacı vardı. Kim olduğunu sormak istediysede soramadı. Yılan çevikti onu baştan aşşağı sarmaya başladı... Sıkıyor sıkıyordu... Ve ansızın bıraktı, merdivenlerden aşşağı süzülmeden evvel ona doğru baktı, " benden kurtulamayacaksın" dedi. Süzüldü merdivenlerden. Orada bir pencere vardı, açık kapıyı unutmuştu pencereye doğru koştu. Yılanın çıkıp çıkmayacağını merak ediyordu, kısa süre sonra yılan süzülerek kapıdan çıktı. Kapıda o siyah pelerinlilerin bindiği atın aynısı duruyordu, belki bu yılan o pelerinlilerden biriydi. Ve işte yılan ansızın o pelerinliye dönüştü. Ata binmesiyle gözden kaybolması sadece saniyeleri aldı.


Açık kapıdan içeriye girdiğinde yerin ayna parçalarıyla dolu olduğunu gördü. Ayaklarına baktı ve şaşırdı. Ayakkabısı ayağında değildi. Ayaklarının zarar görüp göremeyeceğini düşünmedi bile yürümeye başladı. Bu oda alabildiğine genişti ve her iki yanında sadece aynalar vardı. Başını kaldırdı, orasıda aynalarla döşenmişti. Çocukken oynadığu bir oyun geldi aklına. Evde kullanılmayan bir ayna vardı ve o aynayı eline alır karnına doğru bastırarak yatırır yürürdü. Önce odaları tek tek gezer ve odalara bu şekilde bakardı. Ayna elindeyken yürüdüğü zamanlarda asla başka yere bakmaz aynaya gözlerini mıhlardı. Ve sonra kendine, " hayata tüm yaşamım boyunca hep böyle bakacağım" derdi. Bu aynalar karşısında büyülenmiş gibiydi. En güzelini aramaya koyuldu.Çünkü bazıları paslı, bazıları kirli, bazıları nemli... Yine sabırsızlandı içlerinde gözüne en temiz gibi görünenin karşısına durdu. Ve bir oyun oynamaya karar verdi; " ayna ayna söyle bana hanginiz gerçek" aynaya bakarken bir anda kendi suretinin gülümsediğini fark etti, işte şimdi korkmuştu. Aynada kendi yansıması başını yana doğru eğmiş kendine gülümsüyordu ve gözlerinden inanılmaz şeyler okunuyordu. Dünyada ki tüm kötülükleri o bakıştan anlayabilirdiniz. Gözlerini kıstı yansıma " çok mu korktun? Oysa bu sadece başlangıç". Aynanın karşısından ayrıldı başka bir ayna ararken o aynaya bakıyordu istemeden de olsa. Aynı yansıma hâlâ onu izliyordu, hiç değişmeyen bakışlarla. Bir sonraki aynada yine aynı şey oldu, bu yansıma korkmuştu gözlerinde hiç tatmadığı bir korkuyu gördü, oysa emindi artık korkmuyordu. Onun yanından da aynı hızla uzaklaştı ve bir diğerine giderken ona da baktı, sanki yansımaları aynalara yapışıp kalıyorlardı... Bir sonraki ayna ağlıyordu. Bir sonraki, umutluydu - mutluydu... Bu iş işkenceye dönüştüğü anda odadan çıkmak istedi. Gözleri isteksizce yere kaydı ve o küçücük parçalarda da farklı duygu yansımalarını gördü. Başını kaldırdı, tavanda da aynı görüntüyle karşılaşınca işin içinden çıkamayacağını anladı. Çıkmalıydı buradan, hemde hemen... Ama artık bir kapı yoktu. Sanki bu oda sonsuzluğa mahkumdu. Koştu koştu ayakları sızlıyordu artık ayna parçaları canını yakmaya başlamıştı ve bu acı hızla tüm bedeninde çekilmez bir hal almıştı... Arkasından bir ses ona fısıltıyla bir şeyler söyledi arkasına baktığında hiç birşey göremedi. Yoluna devam ederken aynı ses yükseldi, " Arkanda şairin soğuk mezar taşının altında ki soğuk nefesi, dinle sana ne diyor..." Koştu koştu koştu...


Ansızın gözlerini açtı, ve işte yatağındaydı, herşey gerçekten bir kabustu ve bitmişti... Gözlerini tavana dikti, Şair ne diyordu? Dudaklarından istemeden bir kaç mısra döküldü


" Dün sabaha karşı kendimle konuştum
Ben hep kendime çıkan bir yokuştum
Yokuşun başında bir düşman vardı
Onu vurmaya gittim kendimle vuruştum "

Özdemir ASAF

Resim: Henry Fuseli'nin ''Nightmare''(Karabasan) adlı eseri