27 Haziran 2008 Cuma

Şeker Portakalı


Çocuk düşlerini anlatan eserleri okurken hepimiz maziye gideriz. Hepimiz kendi çocukluğumuzu düşünürüz. Bazen ağlatır yazar, bazen güldürür. Bazı eserler vardır hani, hiç edebiyat aramayız, ' tarzı kimin umrunda , edebiyat yorumcularıda bazen herşeyi abartıyor ' deriz, işte böyle bir eser Şeker Portakalı'da. Ne edebiyat aratıyor insana, ne de güzel cümleler. Şeker Portakal'nı teyzem bana yıllar önce hediye etmişti. Yıllar önce... Yanlış yatırlamıyorsam eğer üç kere okumuştum. Sonra arkadaşlarıma kitap sevgisini aşılayayım hiç değilse muhabbet edecek bir konu buluruz diye bir arkadaşıma armağan etmeye karar verdim . Kitaplarım değerliydi, ama kitaplığımda durup yer kapladıkları zaman değil. Elden ele geçip, yıpranıp sarardığı zaman daha çok değerliydi. Arkadaşıma kitabı verdiğimde onyedi yaşındaydım. Arkadaşım kitabı okuyamadan hayata veda etti... Hep aynı şeyi düşünürüm; hayat dolu biri değildi, gözleri ışıl ışıl değildi... daha onyedisinde vazgeçmişti yaşamaktan. Haklıydı, ben olsam bende aynı şeyi yapardım... Ve kütüphaneye gittiğim zaman kitabı gördüm, ona o kitabı verirken, o nisan günü bir armağan almanın sevinciyle gözleri parlamıştı... Bu kitap hakkında kötü anılarımı silebilmek için yeniden okumaya karar verdim. Ama Zeze'nin hayatı öylesine içler acısıydı ki bu anıları daha da su yüzüne çıkardı...


Zeze yaramaz olmasına yaramazdır ama bir o kadarda duygusal bir çocuktur. Babası çalıştığı fabrikadan çıkarıldıktan sonra sefalet üzerine sefalet biner. Annesi ve ablasının aldığı para ise yetmez onlara, çünkü Brezilya fakirdir, karın tokluğuna çalışır işçiler... Ve Zeze bunca felaketin ve sıkıntının arasında kendi hayal dünyasında mutludur. Gerçeklere bakmadığı sürece mutludur... Şarkı söylemekten ve dinlemekten hoşlanır Zeze, içinde bir kuş vardır ve bu kuş şarkılarında güzel sesiyle Zeze'ye eşlik eder. Zeze mahalleyi kan ağlatır yaramazlıklarıyla. Ve yaramazlığının bedelini dayakla öder Zeze. Kanlar içinde kalana kadar dayak yiyerek...



Zeze kendini en çok Edmundo dayısının yanında iyi hisseder. Edmundo dayı, çok bilgili bir adamdır Zeze'ye göre. Bilmediği şey yoktur. Zeze ne sorsa Edmundo dayı cevaplar, anlayabileceği gibi. Yaramazlıklarıyla belkide en az çileden çıkardığı adamdır.


Yeni taşındıkları evin bahçesinde üç tane ağaç vardır. En büyük ve en güzel Hint Kirazı ağacını Glorida alır. Diğer ağacı Totoca alır ve Zeze'ye arka bahçedeki Şeker Portakalı kalır. Zeze bunun bir haksızlık olduğunu düşünür, çünkü ağaç çok cılız ve küçüktür. Ablası ona şeker portakalıyla birlikte büyüyeceğini, onun henüz çok genç bir ağaç olduğunu anlatır. Ve Zeze bu durumuda çok geçmeden kabullenir. Nesnelerle konuşmak gibi bir alışkanlığı olan Zeze ağacıylada muhabbet etmeye başlar ve işin en garip yanı ağaç ona cevap verebiliyordur... Ama Zeze'ye dostluklarını kimseye söylememesini sıkı sıkı tembihlemiştir. Zeze tüm gün başından geçenleri şeker portakılına anlatır.

Yaklaşan Noel Zeze için çok önemlidir. O küçük İsa'dan bir armağan bekler, beklediği armağanın gelmeyeceğini, çünkü onun vaftis babasının şeytan olduğunu söylerler. İşte böyle durumlarda Zeze'nin Tanrıyla ve küçük İsa'yla arası hiç iyi değildir. Zeze küçük çocuklar için Noel armağanı veren bir yer öğrenir ve küçük kardeşiyle oraya gider, gittiklerinde hediyeler bitmiş sadece yırtık ambalajlar vardır ve Zeze'nin düşleri bir kere daha düzelmemek üzere yıkılır. Akşam eve geldiğinde ise yemekte hiç bir şey yoktur. Ne Noel ağacı ne hindi... Ve Zeze bu yüzden babasını suçlar onun kalbini kırar. Babasının kalbini kırdığını fark eden Zeze akşama kadar ayakkabı boyar ve babasına bir paket sigara armağan eder. Noel armağanı...





Zeze'nin en çok sevdiği oyunlardan biri arabaların arkasına yapışıp 'yarasa' olmaktır. Sokaktan geçen tüm arabaların arkasına yapışır çocuklar, ama bir araba vardır ki... bu arabanın arkasına yapışabileceğine dair arkadaşlarıyla iddiaya girer Zeze. İddiayı kaybeder ve Portekizlinin alay konusu olur. Bu Zeze'nin ağırına gitmiştir. Ve Zeze Portekizlinin sokaktan geçeceği saatlerde yolunu değiştirerek gitmeye başlar okula. Bir gün bahçede gezinirken ayağını bir cam parçası keser. Yara çok derindir, anne ve babasına söyleyemez dayak yememek için. Ablası Glorida yardım eder ona. Ayağı iyleşmeden Zeze yeniden okul yollarına düşer. Ve daha fazla yürüyemeyeceğini anlar. Portezkizli ona yardım etmek ister, Zeze çok gururlu bir çocuktur ve onu ikna etmek kolay olmaz... Ayağına dikiş atırrır Portekizli. Ve Zeze'nin en yakın arkadaşı olur... Şeker portakalı ağacını bile anlatır Zeze ona, içindeki kuşu bile...

İçindeki kuş artık daha mutludur, bunun sebebi sokaklarda şarkı sözü satan adamın yanında gezip onunla şarkı sözü satarken o zamanın en moda şarkılarını ezberleyebilme fırsatıdır. Önce kabul etmez satıcı, sonra Zeze'nin ilgi çektiğini, ona uğur getirdiğini ve cılız vücuduna rağmen onun çok güzel ve içten şarkı söylediğini fark eder.


Günler hızla akıp giderken bir gün şeker portakalı fidanının kesileceğini öğrenir. Kendini avutmaya çalışırken, Portuga'nın arabasının trenin altında kaldığını öğrenir. Ölmedi der rahip Zeze'ye... Zeze tren yoluna gider, hiç bir iz yoktur. Ve o emindir; Portuga, babasından daha çok sevdiği Portekizli ölmüştür... İçindeki kuşu da özgürlüğüne kavuşturur o günden sonra Zeze. Ama Potuganın ölümü onun için dayanılmaz bir ızdıraptır... Günlerce ateşler içinde sayıklar, herkes öleceğini düşünür. Hayata yeniden döndüğünde babası ona şeker potakalı fidanının biraz daha kalacağını, kesimin ertelendiğini müjdeler. Ama bu Zeze için bir müjde değildir. Onun için şeker portakalı kesilmiştir bile... babası öldüğü gün herşey bitmiştir...


Yazar kendi çocukluğunu anlattığı için bu kadar okuyucu toplamıştır belkide... kim bilir. Çocuk düşlerinin ne kadar önemli olduğunu ve insanın ölünceye kadar çocuk düşlerinin onu nasıl etkilediğini anlatan güzel bir kitap... Okumaya değer

23 Haziran 2008 Pazartesi

Kelebek


Siyah beyaz bir kelebek uçtu. Kızın eline kondu. Aslında siyah beyaz değildi, yedi renkliydi. Yedi rengini gizleyen siyah beyaz görünüşüydü. Renkler... Renkler... Onlar bildiğimiz renkler değildi. Ne kızın saçları gibi sarı, nede pabuçları gibi kırmızı renklerdi bunlar, gözleri gibi mavide değildi. Hayatta hep varolan fakat insaların pek aldırmadığı renkleri taşıyordu kelebek. Bir sonbaharın rengini, huzuru. Bir ilkbaharın rengini, sevinci. Yağmurlu bir günün rengini, hüznü. Leylak ağacı altında bir yaz gününün rengini, bardaktaki çayın sıcak rengini. Miyavlayan kedinin aç karnının rengini. Belki yedi değil yedibin rengi vardı küçük kelebeğin, belki yetmişbin. İnsan ne kadar çok duygu yaşıyorsa işte o kadar rengi vardı kelebeğin. Kelebek insana istediği duyguyu veremezdi -bunu yapabilseydi herkesi mutlu ederdi.-
Kelebek kızın beyaz elinde durmuş ona bakıyordu, hangi duyguyu seçeceğini merak ediyordu. Kız gülümsedi ve kanadına hafifçe üfledi, " gidip başkalarınıda mutlu etmeli" diye düşündü. Kızın ne demek istediğini anladı ve uçtu.
Bir adamın eline kondu, adama baktı, acaba ne düşünüyordu?
Adam kelebeği öylesine süzdü,
"Ah! Kelebekler daha uzun yaşasaydınız ne güzel olurdu... İnsan hayatıda böyle işte" dedi. Kızın aksine adam hüzünlenmişti. Kelebek adama baktı,
"Keşke ömrüm gerçekten kısa olsaydı, seni hiç görmezdim" dedi, uçtu. Ama adam onu duymadı. Konmak için başkasını bulmalıydı.
Küçük yeşil gözlü bir oğlan çocuğunun, küçük pembe parmağına kondu. Çocuk ilk kez bir kelebeğe bu kadar yakından bakıyordu. Kelebek çocuğun yeşil gözlerinin rengini aldı, ve kalbi çocuğun kalbinden daha hızlı çarpıyordu. Çocuk annesine dönüp " KELEBEK" diye bağırdı, işte bu heyecandı. Kelebek hemen oracıktan iyi dileklerde bulunup uzaklaştı.
Bu kelebeğin ömrü ne çok kısaydı, ne çok uzun. Dünya kurulduğu günden son bulacağı güne kadar mutlu edecek insanlar bulup onları mutlu etmeliydi.
Küçük bir çocuğun burnunun ucuna kadar gidip, onun yepyeni bir rengi keşfetmesine yardım etmeliydi.
Kelebek yalnız mıydı?
Hayır, ondan yedi tane vardı, yada yedibin belkide yetmişbin. Ama yalnız değildi

20 Haziran 2008 Cuma

Şehrin Aynaları


Kitabın ilk sayfalarında ardı ardına atılan düğümler ve Elif Şafak'ın birazda fantastik romanları anımsatan üslubuyla, kafanız bir hayli karışabilir... Fantastik diyorum ama, kullandığı tarzın adını bilmediğim için ve kendi kafamda isimlendirme de yapamayacağım içindir bu. Aslında varolan metafizik hakkında, insanı bazen ürperten konulara değinmesi kitabı daha çok merakla okutuyor. Kitapta üç din ele alınmış, bu üç kutsal dinin kendi aralarında ve içlerinde yapılan haksızlıklar, hurafeler, batıl inançlara yer verilmiş. Masal gibi geliyor kitap bazen, bazen kabus-karabasan ikilisi. Kitap hakkında internetten fikir edineyim dedim, sanırım benim seçimim yanlışmış. Çoğu arkadaş öyle demiş. Çünkü okuduğum ilk eseriydi Elif Şafak'ın.



Kitap İstanbul'da başlıyor. Sonra İspanya'da bazı kasabalardan söz ediliyor. Kitabın başkahramanlarından biri Isabel adında çok güzel bir kadın. Isabel, Antonio ile evli ve Andres isminde çok güzel bir oğulları var. Isabel'in kendi sırları, Antonio'nun kendi sırları ve küçük Andres'in gelecekteki sırları...


Miquel kitapta ki ikinci başkahraman. Antonio'nun erkek kardeşi. Aynı evde yaşıyorlar. Ailenin sürdürdüğü bir geleneği yerine getiremeyen Miquel'e benzemesinden korkuyor küçük oğlunun. Miquel ise hayatından gayet memnun, herşeyle dalga geçecek ve bir hancıyı ben Mesihim diye kandıracak kadar eğlenceli bir hayat sürüyor. Onun da sırları var... Bir sırrı abisiyle birlikte paylaşıyor, fakat diğerini kendi ve sevdiği kadından başka hiç kimse bilmiyor...

Ve kitapta üçüncü önemli karakter Alonso Perez de Herrera. Alonso Perez Engizisyon'un önemli adamlarından biri. Onunda bir çok sırrı var. Özellikle bir tanesi var ki, bunu duyacak en son kişiler Engizisyoncular olmalı...


Elena Rodriquez, Andres'e olan bağlılığı ve ona tamamen sahip olmak için yapacakları... Andres'i bu kadar sevmesinin tek nedeni ise kaybettiği oğlu. Sinir bozan bir kökten dinci aynı zamanda...


Yaşlı var birde. Kadının adı yaşlı. Çocuk yaşta başına gelen bir olaydan sonra bembeyaz olan saçlarından almış adını. Bir müslümanın kızı. İki tane cini var Yaşlı'nın, Gece ve Gündüz. En zor doğumları yaptırıyor, ölüm döşeğinde ki hastaları iyleştiriyor... ve daha nice dertlere deva olacak tılsımı var. Isabel'in yeryüzünde belki de oğlundan bile çok sevdiği kadın...


İspanya'da Yahudiler ve Müslümanlar zor günler yaşıyor. ve bu zor günlerden Isabel ve ailesi de nasibini alıyor. Engizisyon'un verdiği bir kararla beş yıl manastırda mahkumiyet... Bu sonuç diğer cezalandırma şekillerini okuyunca okuyucunun içini rahatlatıyor aslında. Miquel tutuklanma esnasında evde olmadığı için onun maketini cezalandırmakla yetiniyorlar. Fakat masum iki insan yanıyor onun ateşine. Antonio ise eğitimci basamaklarında biraz daha yükselip üniversitede ki felsefe kürsüsünde yerini sağlamlaştırabilmek için gittiği başka bir İspanya şehrinde. Ve oda kurtuluyor. Alınan karardan sonra Isabel'den hiç bahsetmiyor yazar, İstanbul'a dönene kadar. Miquel yıkılmış ve arkadaşlarının canını alan Alonso Perez'i öldürme planları yapıyor, ama bundan da ayrıntılı bahsedilmiyor. Bir kaç cümle ve Alonso Perez'in dua ederken kilisenin içinde yıkılan kanlı bedeni... Alanso Perez'i öldürdükten sonra bir gemiyle ' Aynalar Şehri' diye adlandırdığı İstanbul'a geliyor. Tabii bu arada Elena Rodriquez emeline ulaşmış ve küçük Andres'i evlatlık edinmiştir bile. Fakat onuda şeytanları rahat bırakmaz, hatta kendi deyimiyle ' oğlunun arafatta ki ruhu şeytanla iş birliği yapmış ve şeytan tarafından kandırılmış' ....


Kitap İstanbul'da devam ederken yepyeni karakterler çıkar. Haham Yakup, Süleyman Sedef Efendi, Zişan Kadın, Zülfe, Zühre. Miquel'in en yakın dostu Haham Yakup olur. Onun kitaplarını okur, onun yaptığı yemekleri yer ve onunla aynı evi paylaşır. Derken sahneye Kösem Sultan çıkar. Sultan Murat ölmüştür ve tahtta İbrahim Han vardır. Ne talihsizlik, onunda veliahttı olmadığından Kösem Sultan türlü yolllara baş vurur ve sonunda bir müslüman tarafından öğrendiği bilgiler sayesinde nam salan Isabel'i bulur. İstanbul'a getirtir Isabel'i. İsabel, İbrahim Han için bir iksir hazırlar, ve İbrahim Han'ın çok geçmeden bir oğlu olur... Antonio ise ailesinin başına gelenlerden hep Miquel'i sorumlu tutar. Ve herşeyi unutmak için sadece okur, çalışır, yazar. Kitaplarını çıkarır, artık ismi anıldığı zaman saygıyla bahsedilen felsefecilerden olmuştur. Ve Ölümüyle birlikte Isabel Ve Miquel'in yolları İStanbul'da yeniden kesişir. Kesiştiği gibi ayrılır...


" Her sene, nehri döven yağmurların dinip, suların alçaldığı vakitlerde, en az bir kaç ceset kalıyordu geride. Bazen de nehir hızını alamayıp, varlığına tahammül edemediği taş köprüyü alttan alta oymaya, ısırıp parçalamaya çalışıyordu. Öfkesine öfke ile karşılık göremediğinde, her ne yaparsa yapsın köprünün yüzündeki o yapışkan gülümsemenin bir türlü yok olmadığını fark ettiğinde, dizlerinin üzerine düşüp hıçkıra hıçkıra ağlıyordu. Ve küçük Isabel ile aynı hamurdan yoğrulmuştu. " S. 30


" ... Oysa Antonio Pereira'ya göre geçmişin ardından gözyaşı dökmekte mânasızdı, adına dövüşmekte. Ve geçmişi sıla belleyenler ömür boyu gurbette yaşamaya mahkum olduklarına göre. ya hafızayı hatıralardan uzaklaştırmak lâzımdı, ya da hatıraları ait oldukları zamandan. Aksi takdirde, acıtırdı geçmiş; boş yere yaralanırdı insan. s.32





Okunası bir kitap ama Elif Şafak okumadıysanız daha evvel sakın ola açılışı bununla yapmayın. Yaparsanızda ' demedi ' demeyin... Mahrem Ve Pinhan'ı önermişler çoğu sitede önceliği onlara verin bence.
Bu kadarını bile toparlayamam diye düşünüyordum... Bence güzel oldu =)

17 Haziran 2008 Salı

Akşam Üzeri


Kömür karası gözlerini mavi gökyüzüne dikmişti, gözlerinden daha da siyahtı saçları, bukle bukle. Şen bir kahkaha attı, parkta ki diğer çocukların kahkasına karıştı onun kahkahası, ve rüzgarın dansıyla gökyüzüne doğru aktı, kayboldu gitti. Bir seyyar satıcı ' Bismillah ' dedi itti el arabasını. Güneş parlattı üzerinde ki domatesleri, biberleri... Ve bir işçi mesaisinden çıktı, yorgun... Bir diğeri mesaiye başladı. Elleri erzak dolu bir baba döndü sokağın köşesinden, kömür karası gözlü kız şen bir kahkaha daha attı, gökyüzüne baktığı yerde. Uçurtması süzüldükçe daha mutlu oluyordu, ayakları yere basmıyordu sanki ve diğer kahkahalara inat daha şen kahkahalar savuruyordu gökyüzüne. Bu şen kahkahalar onu yormuş olsa gerek ki, bir an durakladı, gökyüzünde süzülen uçurtmasını bir gökbilimci kadar itina ile takip ediyordu. Sonra derin bir nefes aldı, ' kuşlardan bile yükseklerde uçurtmam ' diye çığlık çığlığa bağırdı. Bazıları kumlarla oynuyor, bazıları salıncakta gökyüzüne doğru yelken açıyorlardı, çocuk umutlarıyla yeni düşler keşfetmek için. Miço olmayı kaldırmazdı küçücük yürekleri, onlar kendi düşlerinde kaptan olacaklardı. Gemilerinde sevdikleri tüm kahramanları misafir edeceklerdi belki. Ama asla o dümeni başkalarına vermeyeceklerdi. Kimsenin hakkı yoktu buna, en sevdikleri kahramanların bile... Ve bir baba daha döndü köşeden erzaklarla. Gözlerinde ki yorgunluğun arasından umut ışıkları süzülüyordu. İşte gözlerinden umut ışığı süzülen o babalar diğerlerinden farklıydı, çünkü o umut ışıklarıyla bakıyorlardı parka... Ama öyle bir bakış ki... Her biri kendi çocuğunu diğer çocuklardan ayırt edince daha da parlıyordu gözleri ve biraz daha yok oluyordu yorgunluk izleri... Kömür karası gözlü kızın babası da döndü köşeden, sessizce yaklaştı parka. Bir bankın üzerine bıraktı kendini, seyre daldı... O anda, o sıradan babaya ' hangi zaman dilimini dondurmak istersiniz' diye sorsalardı eğer, hiç tereddüt etmeden 'işte,' derdi 'bu an, oniki saatlik mesaiden sonra, hayatın tüm çirkefini unuttuğum, içimi şen kahkahalarıyla ısıtan kızımla birlikte, bu anda kalayım. sonra siz beni kocaman bir albüm olan dünya tarihinin arasına önemsiz gibi yapıştırın... çünkü ben bu anda mutluyum...' Yavaşça ayağa kalktı baba, kızının da uçurtma sevdası bugünlük bitmişti. Rüzgar eskisi gibi esmiyordu çünkü, sanki yorgun babayla anlaşma yapmışlardı da özlem dolu babayı anlamıştı rüzgar. Daha fazla ayrı kalsınlar istemiyordu... Babasını fark eder etmez koştu yanına, sarıldı büyük bir umutla, sarıldı küçücük elleriyle. Öyle bir umut ki, yaşadığı sürece başka umutlara böylesine sarılmazdı belkide. Kim bilir... El ele tutuştular, ağır ağır parktan çıktılar. Güneş yansıta bildiği tüm renkleri yansıtmaya çalışıyordu dünyaya. Dünya içinse bu güzel bir ziyafetti. Yürüdüler gün batımına doğru. Sonra diğer çocuk gitti babasıyla. Bir diğeri, bir diğeri... Artık ıssızdı park. Rüzgar ağaçları savurdu, güneş tüm ihtişamı ile battı. Ve bir akşam üzeri daha böyle bitti...

11 Haziran 2008 Çarşamba

Bir cümle, bir iz


" Yüzünde ki bu gülüş büyüyecek, büyüyecek; ve tüm yeryüzü bir gün bana bu gülen gözlerle bakacak..." 11.12.2003


Erkenden uyandı, karanlık bir gündü. Yatağın içinde oturdu, duvara dayandı. Komodinin üzerinde duran Dava kitabını eline aldı. Ansızın kulaklarında bir cümle yankılandı " kitaplarım benim için değerlidir. Dikkat et onlara " aldırmamaya çalıştı. Kitabı rastgele açtı, defalarca okumuştu. " günlüklerden alıntılar " bölümüne geldi yine hızla elleri, karamsar cümlelerle dolu olsada her karamsar anında bu cümleleri okuyup, biraz daha Franz'a benziyordu ne de olsa... Birde çok sıkkın olduğu zamanlar seyrettiği bir film geldi aklına, Ölü Ozanlar Derneği. Şimdi seyretse ev ahalisi uyanır mıydı acaba. Sonra gözlerini kapadı, gözlerinin önünde oluşan ilk sahne " yırtın kitapları " diyordu Robin Williams. Gözlerini açtı, sanki gözlerini hiç kapamamış gibi hâlâ kitaptaydı gözleri. Duvarın soğuğunun kemiklerini nasıl da sızlattığını fark etti. Doğruldu " kitapları yırtmak " dedi. Gülümsedi, acı bir gülümseme. Bir kitapta ise " okuyacak vaktiniz yoksa eğer " diyordu yazar " kitapların yapraklarını çantanıza atın. Kitaplar yıpranmak ve yırtılmak içindir. " Sonra yine aynı cümle " kitaplarım benim için değerlidir. Dikkat et onlara. "... Ayağa kalktı ağır adımlarla pencerenin önüne geldi, dışarda ki karanlık sabahı yeni fark ediyordu. İçi sızladı ansızın, gökyüzü yağmura gebeydi ve o yağmurdan hiç hoşlanmazdı... Duvarlar onu kapana sıkıştırmıştı sanki. Okula gitmesi gerekiyordu, üstelik orada görmek istemediği bir sürü yüz vardı.


Otobüste kulaklarından dışarıya saçılan müziği dinlerken bile kulaklarında aynı cümle yankılanıyordu. O sadece düşünüyordu. Yanına bir kız oturdu aynı dakikada kitabına gömüldü, aynı ses daha şiddetli yankılandı kulaklarında. Walkman'in sesini biraz daha açtı. Yanında ki kız ters bir bakış attı, yine kitabına gömüldü. " zoru ne bunun " dedi. Çok sonra fark etti, otobüste herkese dinlediği şarkıları dinletiyordu. Gülümsedi umursamazca, kız kendine yeniden baktığında.


Öğretmenin söylediklerinden hiç bir şey anlamıyordu. Ev ve otobüs sahnelerini birbirine bağlamaya çalışıyordu, hızla giyindi kahvaltı yapmadı, üstüne bir de yol çalışması yüzünden yarım saat yürümek zorunda kalmıştı. Sanki bedeni içinde taşıdığı ruha isyan ediyordu. Belkide bir hata olmuştu ve bu ruh bu bedene ait değildi. Öğretmen karşısında konuşuyor konuşuyordu. Ağzını açıp kaparken yüzünün girdiği o anlamsız şekiller ne kadar da komik görünüyordu şimdi. " silik bir karakter " Öğretmen için hep aynı şeyi söylemişti, yine elinde olmadan tekrarlıyordu. Ruhu isyan eden bedenine tepki vermek için yükseliyor yükseliyor, sınıfa kuş bakışı bakıp kapana kısılmış fare gibi yeniden bedene dönmesini gerektiğini bildiği halde orada öylece asılı duruyor ve yerçekimine karşı koyamayıp bir anda kendini eski konumunda buluyordu. Bu anların ısrarlı tekrarı içinde tam kırkbeş dakika geçirdi. Zamana kim karşı koyabilir ki, işte o işkence de bitmişti bile.


Yine kopuk anlarla dolu bir yürüyüş, ve kendini bir cadde de buluşu. Adımlarını görünmez gözler takip ediyordu sanki. Akşama doğru güneşin batışını göstermeyen bulutlara küfür ede ede yürüyordu. Aynı cümlenin beyninde ki o valsli tekrarı onu çileden çıkarmaya yetiyordu. Kızgınlığı kendineydi, bu cümleyi kuralı tam beş yıl olmuştu. Neden çıktı, nereden çıktı şimdi bu cümle su yüzüne. Hemde tam beş yıl sonra... Tanımadığı sesler konuşmaya başladı beyninde, önce onlarca ses, sonra yüzlercesi, binlercesi... Yalpaladı, en son ne zaman yemek yemişti " eğer dün gece yemek yediysem ölmem, e sorun yok " dedi.. Şimdi ise bir ağaca dayanmış, sıtma geçirir gibi titriyordu. Acıkmış mıydı sahiden, oysa ağzına tek lokma koymak istemiyordu. Caddenin geniş kaldırımında durdu, arkasına baktı. Onu uzaktan gören takip edilen bir ajan sanardı. Sanki arkasından gelmesini beklediği birileri vardı. Yine aynı yabancı sesler birbirine karışmaya başladı. Sahi kimdi bu seslerin sahibi, geriye dönüp beş yıl önce söylenen bu cümleyi hatırlarken, çöpe attığı anlar su yüzüne çıkabilmek için, gördükleri ışığa doğru haykırıyorlar mıydı. Yoksa bu sesler yıllar evvel yaptığı hataları yüzüne vuran, kendini dost sananların mı sesleriydi. Kurulan cümleler çok tanıdıktı, ama o kadar çok ses aynı anda konuşunca anlamsız bir ses kalabalığı oluyordu sadece. İçinden seçebildiği ve onu rahatsız eden tek cümle vardı. Tüm o cümlelere üstün gelen cümle.


Telefon çaldı, çantasında bir telefon olduğunu hep unuturdu. " Bir mesaj alındı " bu cümle hiç bu kadar anlamsız gelmemişti. " neredesin? merak ettik. hem aramalara da cevap vermiyorsun. " bu basit cümleyi anlamak için dakikalarca baktı telefona, ve nedendir daha sonra " sevinmeliyim beni hala merak eden birileri var " dedi. Yanında bir ses " dikkat et düşeceksin " diye haykırdı. kafasını kaldırmaya takati yoktu, bu cümleyi kuran bir polisti. Gülümsemeye çalıştı, önünde kocaman bir çukur vardı. "Sahi neredeyim ben" aynı umursamaz adımlarla geçti memurun önünden.

Eve döndüğünde ise kimse yoktu. Yatağının üzerine oturdu aynı kitabı eline aldı. Oysa çok yorgundu ve hala titriyordu. Kitabı açtı, kelimeler birbirine girmeye başladı, bulanıklaştı, her şey ansızın uzaklaştı. Uzaktan çok uzaktan bir ses, hep aynı cümleyi yineliyordu. Tüm gün yaşadıkları kesik kesik gözlerinin önünden geçerken, tepesinde birinin varlığını hissetti, " içeriye gelsene, yemek hazır. hem güzel bir film var seyrederiz." göğsünün üzerine düşen kitabı eline aldı, arkadaşına baktı " kitapların senin için değerli mi?" arkadaşı yüzüne kayıtsızlıkla baktı, kitaplara pek aldırdığı yoktu, hem belli ki mercimek köfte daha çok ilgisini çekiyordu, " Allah aşkına! iyi misin sen? " bu soru yersiz, zamansız ve yanlış kişilere sorulan türlerdendi belli ki. " tamam. Geliyorum..." aynı kayıtsızlıkla çıktı odadan. Kitaba baktı, " kitaplar dedi kitaplar. Beş yıl oldu oysa. Ben senin kitaplığından düzinelerce kitap aldım. Ne diye son gün böyle bir cümle kurdun, gider ayak. Oysa ben sana diyorum ki tam beş yıl sonra,


Hayatım benim için değerlisin dikkat et kendine...

9 Haziran 2008 Pazartesi

Araba Sevdası


İsminden kaynaklanan bir merakla aldım kitabı. Ve bir edebiyatçının " ilkler önemlidir " cümlesinden etkilendim sanırım. Bilemiyorum yine iki düşünce arasında kaldım...

Romanın baş kahramanı olan Bihruz Bey, eski vezirlerden birinin oğludur. Yani paşa oğlu. Babasının sürgünleri yüzünden diyar diyar gezmiş ve tahsil görememiş olan Bihruz Bey İstanbul'a yerleşince bir rüştiyeye gitmesi karar verilir...


Diplomasını alamadan yine paşazadesinin kararı ile okul yarıda kalır. Babıâli kalemlerinden birine yerleştirilir. Ve yine paşa babasının o asil düşünceleri ile (!) Öğrenmesinin şart olduğunu düşündüğü Fransızca, Farsça ve Arapça hocaları tutulur.

Paşa ölünce kim tutabilir ki Bihruz Bey'i... Babasından kalan tüm mirası hızla tüketir. Bu tüketim içinde en önem verdiği şey yeni landonudur. Fransa'dan getirttiği envai çeşit takımlar ve bastonlarla her gün giyinir, süsenir ve akşam üzeri, sarı londonuyla sefalara çıkar.Ve Bihruz Bey o gözde mekanlarda bildiği on - onbeş kelimeyi geçmeyen Fransızcasıyla, Fransızcanın kaşını gözünü yararakta olsa konuşur. Bihruz Bey için Türkçe çok kaba bir dildir ve Fransızca kadar gelişmiş değildir. Yazar bu özelliklerinden bahsederken şu cümleleri kurar " Fransızca bir kelimeyi daha doğru dürüst okumayı bile beceremediği halde, kulaktan dolma beş on keime ile, yalan yanlış güya Fransızca konuşuyor; en alafranga genç beylerin tavır, kıyafet, hal ve hareketlerini, bir maymun ustalığıyla taklit etmekte gerçekte, büyük başarı gösteriyordu. "


Bihruz Bey yine her zaman ki sefalarından birindeydi. Çamlıca bahçesinde Periveş Hanım'a rastladı ve ilk görüşte o güzel kadına vuruldu. Ve Bihruz Bey'in kuruntularına göre bu aşk karşılıklıydı.

Periveş Hanım hakıında kurduğu sonu gemeyen hayaller vardı. O asil, soylu, paşazade kızı. Kim bilir ne kadar namuslu ve iffetliydi. Oysa Periveş Hanım bir arzuhalcinin kızıydı ve Bihruz Bey'in hayalinde ki gibi bir köşkte yaşamıyordu. Namuslu ve iffetli yanını ise Çengi Hanımla tanışınca kaybetmişti...


Bihruz Bey birdaha ki karşılaşma için bir mektup hazırlar. Hemde ne zorluklarla... Günlerce gözde mekanlara gider mecnun gibi gezer, ve haftalarca uğraş verdikten sonra mektubu Periveş Hanım'a verir... Üç gün sonra aynı yerde buluşalım anlamını çıkarır ki buda kendi kuruntusudur. Aradan haftalar geçer, sevgilim dediği kadın yok olmuştur sanki.

Ve Keşfi Bey çıkar karşısına. Keşfi Bey'in de Bihruz Bey'den pek bir farkı yoktur. Lakabı ise ' yalancı Keşfi' dir. Bihruz'un 'sevgilim' dediği ve üzerine kafasında türlü senaryolar yazdığı o güzel sarışının öldüğünü söyler Bihruz Bey'in dünyası kararır.

' ... Bu paragrafı okuduğu zaman biçare Bihruz Bey o kadar tuşe, üzüldü ki, neredeyse ağlayacaktı. Bereket versin paragrafın içinde ki ' müennes' kelimesinin anlamını ve orada ne işi olduğunu unutarak bunu anlamak için, mektubun Fransızca'sına sonrada 'Biyanki' ve 'Hançeri' sözlüklerine başvurmak mecburiyeti, kiriklerinin ucuna kadar gelmiş olan üzüntü gözyaşlarını bir an için durdurmuştu.'

Ve romanın bu noktasından sonra Bihruz Bey için dünya anlamsızlaşmıştır. Ne londonu düşünür ne Fransız kostümlerini... Aylar sonra yine bir gezinti sırasında bir karşılaşma onu hayatın acımasız ve sert kayalarına çarpar...

Roman çoğu yerde tıkanıyor, gitmiyor... Yazar belki o dönemde yaşayan Fransız özentisi gençliği anlatmaya çalışmış ama o Fransızca kelimeler kitabı okurken beni çileden çıkardı. Hatta mübalağa etmeden Fransızca öğrendiğimi bile iddia edebilirim...

3 Haziran 2008 Salı


Oysa fiilere sığdıramazken rastlantıları ve bu rastlantıların arasına sıkışmış değersiz anları... Ne değeri kalır gözünde hayatın? Ölüme adım adım yaklaştığını hisseden canavarlar çırpınır içinde. Son bir arzu, son bir nefes daha yaşamak için. Son çırpınışlar. Bu kadar mı korkardınız ölümden? Rastlantılara inananlar mucizelere inanmazlar, mucizelere inananlar ise rastlantılara. Bu canavarlar nelere inanırlar?


Arzunun pençesine düşen sen misin? Yoksa içinde sakladığın, bastırdığın fakat tüm baskılara rağmen yudum yudum kanınla beslenen canavarlar mı? Sen bir trans halinde misin? Yoksa yoksa... O canavar sen misin?

Kötülüklerin hesabını Kara büyülerden, şeytanlardan, ifritlerden mi soruyorsun? Oysa tek suçlunun şeytan olmadığını sen de çok iyi biliyorsun. Bir günah keçisi lazımdı sana ihtirasların için. Dünya kurulduğundan beri en uygun kişi oydu. Standartlara hep en uygun kötü oydu. Kırmızıydı, boynuzlara sahipti, kuyruğu bile vardı. E insana benzemeyen bişey. Evet evet kesinlikle o olmalıydı. Dünyanın başlangıcından beri suç kimin üzerine yıkıldıysa sende ona yıkıcaktın. Şeytan geldi yanına uzaktan seyre daldı. Onun içinde biçilmiş kaftan sendin. Güzel masumane bir tebessüm yolladı uzaktan. Sen aklından geçenleri fiile döktün...


Hiç bir canavar kurtaramayacak artık seni. Şeytan mı? Yine mi kara büyüler? Hayır hayır hiç sanmıyorum

Aslında başa dönersek daha iyi olacak. Kararmış gözlerle baktın dünyaya. Hep bir suçlu aradın.Oysa eşit dağıtılmıştı suçluluk. Eşitlik isteyen insanların göremediği tek nokta buydu belki de...

Ve içinde ki kendi benliğinle olan kavgan son bulmadan bu günahları hiç kimseye yükleyemeyeceksin. Bazı şeylerin bedelini ödemen gerek. Seni asla affedemem... Şeytanı bile affedebilirim ama seni asla.

2 Haziran 2008 Pazartesi

Aşk-ı Memnu





Roman uzun süredir dikkatimi çekiyordu ama alıp okumak içimden gelmiyordu. Sonunda okudum ve bu kadar zaman ertelediğim için kendime kızdım.


Adnan Bey çocukları ve yeğeni ile birlikte boğaziçi’nde bir yalıda mutlu mesut yaşamaktadırlar. Adnan Bey çocukları ile birlikte her gün sandal keyfi yaparken komşusu Firdevs Hanım ve kızlarına rastlar uzaktan selamlaşırlar. Firdevs Hanım İstanbul’un ünlü ve eğlence düşkünü, Melih Bey takımı’ndan bir hanımdır. Daha doğrusu İstanbul’un ileri gelenleri onlara böyle der. Melih Bey ölmüş olmasına rağmen ve bir zamanlar dillere destan olan yalısı mirasyediler tarafından satılmasına rağmen hala o köşkün önünden geçen insanlar birbirlerine parmaklarıyla işaret edip “ Görüyor musun? İşte bu yalı Melih Bey’in yalısıdır” der. Vesselam Firdevs Hanım’da servetini yemiş bitirmiş fakat buna rağmen hala parmakla gösterilenlerden olmuştur. Ellisini geçmiş olmasına rağmen genç kız gibi giyinmesi ve makyajına önem vermesi de bir hayli alay konusu olur tabii… Adnan Bey’in her gün verdiği selamlar, saçtığı gülücükler Firdevs Hanım’ın küçük kızı Bihter içindir, Firdevs Hanımsa yaşlanmayan ruhu yüzünden Adnan Bey’in kendisinden hoşlandığını zanneder. Büyük kızı Peyker birkaç kere annesinin yanında Adnan Bey’in Bihter’e karşı ilgili olduğunu söylese de anında yer paparayı. Ve sonunda Adnan Bey Peyker’in kocası Nihat’a durumu açar ve Bihter’le evlenmek istediğini söyler. Firdevs Hanım böyle bir şeyin kattiyen olamayacağını söyler. Adnan Bey’in ondan ne kadar büyük olduğunu anlatır. Aslına bakılırsa haklıdır Firdevs Hanım fakat o tüm bu engelleri kendi duyguları yüzünden çıkarır. Bihter bu haberi alınca sonu olmayan hayallere dalar. O köşkün hanımı olmak, pırlantalar, rengarenk çarşaflar… Ve Bihter’in en büyük korkusu zamanla annesine benzemektir. Bu benzerlik annesinin yaşlanmayan ruhu değil daha kötü olaylardır. Adnan Bey cephesinde ise sorun çıkaracak olan sadece Nihal’dir. Nihal Adnan Bey’in biricik kızı mini mini Nihali’dir. Annesinin ölümünden sonra çok büyük sıkıntılar atlatmış ve ruhunda büyük yaralar açılmış olan Nihal bu evliliğe karşı çıkar. Bihter’e karşı içinde hep bir huzursuzluk vardır… Nihayetinde Nihal’de bir şekilde Fransızca öğretmeni ve kendini büyüten kadın tarafından ikna edilir… Kitabın birinci bölümü evlenmeleriyle kapanır.



İkinci bölümde ise Nihal ve Bihter arasında geçen anlaşmazlıklar sonradan dost oluşları ve bu dostluğun aniden bozulması Matmazel de Courton’un ( Nihal’in öğretmeni) Fransaya gönderilmesi derken Nihal Bihter’den nefret etmeye başlar. Tüm bu olayların yanı sıra Adnan Bey’in çapkın yeğeni Behlül önce Firdevs Hanım’ın gönlünü fetheder. Firdevs Hanım halinden memnundur. Bu genç çapkının iltifatları onu gençliğine götürür. Behlül’se Firdevs Hanım’ı sadece büyük kızı Peyker için ziyaret eder. Peyker ona evli olduğunu güzellikle anlatmaya çalışır, anlamaz. Arlanmaz çapkınlardan olan Behlül bu durumu kendine yediremez… Adnan Bey malikanesinde ise Bihter Nihal’in nazlarından sıkılmış, bunalmış ve istediği her şeyi ele geçirdiği için yeni arayışlara girmiştir.En önemlisi bu arayış aşktır. Aralarında ki yaş farkını yeni fark etmiş gibidir… Bihter bu duygular içinde kıvranırken olan olur ve arlanmaz çapkın Behlül Bihter’in gönlünü fetheder… Behlül Bihter için koca bir kışı yalıda geçirir şehre inmez gece hayatından kopar. Bu değişikliği fark eden Adnan Bey yeğeninin aşık olduğunu söyler kinayeler yapar, hiç bir şeyin farkında değildir. Bu gizli aşkı bilen sadece Beşir’dir. Beşir yalıda büyümüş bir Habeşlidir. Nihal’e karşı hissettiği aşk yüzünden günden güne erir. Ve kış geçer gider Behlül eski Behlül olur. Günlerce yalıya uğramaz. Ve Bihter çılgına döner. Behlül’ün dönüşünden sonra ise. Behlül ve Nihal arasında bir aşk doğar Behlül gerçek aşkı bulduğunu iddia eder. Ve nişanlanırlar…. Her yalan bir gün açığa çıkar ve bu sonlar söylediğimiz yalanların büyüklüğü kadar yakar canımızı. Onların canı da yandı söyledikleri yalan kadar.

Efendim bu yazıyı okuyup “ bu hatun ne yapmış böyle romanı anlatmış “ diyebilirsiniz ama daha az ve öz anlatamadım.