31 Ekim 2009 Cumartesi

Geceden kalan kırıntılar

hani ben yerli yersiz saçmalayınca, sonra yerimde duramayıp zıp zıp zıplayınca, ansızın çığırtkan kahkahalarla gülüp gözlerimden yaş gelirken karnımı tutup yerlere abanınca, uzaklara dalıp giderken gözlerime "bi şeyler desene" der gibi bakılınca. hareketlerim ve düşüncelerim kalıplar içine sığdırılmaya çalışılınca... tüm insanlardan nefret ediyorum. tahmin edemeyeceğiniz kadar çok nefret ediyorum hemde...

Ergenliğin takıntılı halleri sanardım bu duyguları... oysa insan çok büyüdüm desede aynı duygular içine kazınıp kalıyormuş. Belki bi gün yaşlanıcam ama asla büyümüycem =)

25 Ekim 2009 Pazar

Trans

bunlar tamamen trans modundayken söylenmiş, yazılmış ve yapılmış fiilerdir...

kaynıyordu, tam olarak bilinmeyen bir dereceyle. hem bilinse ne olurdu ki? bilimde bilimselliği ile açıklayamazdı... dünyanın merkezindeki sıcaklık gibi onunda asla düşmeyen bir sıcaklığı vardı. merkeze inmeye gerek yoktu yer yer patlamalarla kendini zaten hissettiriyordu. patlamalar esnasında etrafında bir şey bırakmamak gerekti. Alimallah her şeyi yakar külleri bile kalmazdı. Dedim ya çok sıcaktı. dokunsanız elinizi acının etkisiyle hemen çekerdiniz. kaynıyordu ve konuşmaya ihtiyaç duymuyordu. başı defterine gömülmüş harıl harıl bir şeyler yazıyordu. konuşsada anlatabileceğini düşünmüyordu. yazmak en iyisiydi onun için. pencereden bakınca sokak lambasına yaslanmış elindeki boş şarap şişesini inatla bırakmayan bi ayyaş gördü. hırpani giyisiler içinde. direğe sırtını dostuna dayar gibi dayamıştı. elindeki şarap şişesi geçmişinden yadigardı. gözleri boştu ve boşluğa dalmıştı. usul usul yağmur yağmaya başlamıştı. kıpırdamadı adam yerinden. içindeki yangın sönsün diye yeniden masanın başına geçti diğer adam. ayyaşı yazdı, yazarken yücellti. yağmuru yazdı, yazarken alçalttı. yücelttiği adam kaldırıma uzandı, şarap şişesine sarıldı. alçalttığı yağmur rahmet oldu doldu odasına. odasının tavanı ansızın yok oldu. yatağına uzandı uyanıkken bir düş gördü, o ayyaş oydu kalbi dupduruydu. ne ateş vardı yüreğinin ortasında ne kaybetme acısı. tavanı kubbeydi birazda akıtıyordu. lambası biraz paslanmıştı ama güzel aydınlatıyordu geceyi. komşusu bir sokak kedisi bir kaç sokak köpeğiydi ama konuşabiliyorlardı. şarap şişesine sarıldı. hangisi gerçek asla anlamadı...

16 Ekim 2009 Cuma

Geceden kalan kırıntılar

Canım yanıyor! dedim anlamadı. yüzüme baktı bin bir duygu içinde
İçim acıyor dedim anlamadı. yüzüme bakti, kendi lugatindan bi şeyler yamadı. yamadıklarını beğendi göğsü kabardı.
konuştum asla anlamadı. lugatı oldukça genişti ki her şeye anlam yükleyebiliyordu. ama bizim anlamlarımız farklıydı. sanırım seslerden yola cıkarak kendi dilindeki karşılıklarını buluyordu. Sahi, biz ne zamandan beri farklı dilleri konuşmaya başlamıştık?
daha bu sabah bana " çay içer misin?" diye sormamış mıydı?
e, bende " evet " demiştim de çay getirmişti.
Desenize hiç değilse ses olarakta, anlam olarakta uyuşan kelimelerimiz var. ama ne çıkar? bir bardak çay benim acımı dindirmiyorki...
sahi çay alır mıydınız?

Geceden kalan kırıntılar

hayata bakarken boyut değiştiriyorum. çoğu zaman garip masallar bana daha gerçekçi geliyor. iki kafalı ejdarhalardan daha kötü görüyorum atom bombalarını. hem ejderhalar halt etmiş atom bombalarının yanında. ola ki bir ejderha ateş püskürttüğü zaman o ateşin hükmü yıllarca sürüyorsa ona bir şey diyemem. ve çoğu zaman başka zamanlardan ve mekanlardan yonttuğum şeyleri şimdiki zamanlara ve mekanlara yamamaya çalışıyorum. uzun cümle kuramayışımı ve bir şeyler yazamayışımı bu yamalara yoruyorum. kafamda yarattığım dünyalar silik kalıyor beyaz kağıtlar üzerinde. ağızları burunları olmuyor çoğu zaman, konuşamayan şeyler insanlara hiçbir şey katamazlar...

11 Ekim 2009 Pazar

Mürekkep Dünya


Parmaklarımı kitapların üzerinde gezdirirken, damarlarımdan içeriye can veren bir şeylerin sızdığını hissederim çoğu zaman. Burnumu bir kitaba dayamış derin derin soluk alırken, oksijen maskesiyle nefes alıyormuş gibi hissederim. Parmaklarım, burnum, kalbim ve beynim bütünleşirse bir kitapla bilirim ki bir ömür o karakterler ve cümleleri benimle birlikte yaşayacaklar. Onların öykülerini ben, benim öykülerimin ama gerçek yaşam öykülerimin içinde devam ettiririm. Ve bu benim için dünyanın en büyük hazzı olur. Bazı karakterler kapı komşum gibi olur. Her sabah veya her akşam selamlaştığım. Bazıları dünyanın bitmez dertleri içinde kendimi tutamayıp ağlarken omzuma dokunup beni teselli eder sanki. Mürekkep dünyalar var her kitabın içinde. Bizi içine çeken, içinde yaşatan ve çoğu zamanda bizim karakterleri zorla kendi zaman dilimimize ve kendi mekanımıza çektiğimiz. Hayal dünyamızda bize yoldaşlık eden o kahramanları canlı kanlı karşımıza çıkarıp, onların gerçekten o kitapların içinde yaşadıklarını ve gerçek karakterlerden çoğu zaman daha gerçek olduklarını fantastik bir dille anlatan Cornelia Funke benim gibi düşünen çoğu okuru mutlu etmiştir eminim. Kitaptaki çoğu karakterin kitaplara ve kitapların içinde yaşayan kahramanlara hayran oluşu, kitaplara değer veren ve onları biblolar gibi koruyup saklayanlar, dünyanın dört bir yanından el yazması kitap toplayanlar, kitaplar saklanmak ve vitrinlere dizilmek için değil diyenler. Kitapların kenarları kıvrılınca, sağlarına sollarına notlar düşünce daha değerli olduklarını düşünenler... Öyküleri okurken karakterleri yanlarında hissedenler ( gerçekten yanlarında olabilme ihtimallerini de göz önünde bulundurun... ). Harika bir üçlemenin ikinci kitabı. Fantastik okumayı seviyorum...

7 Ekim 2009 Çarşamba

Karabasan II


... Kentteki en eski mezarlıktı, mezarlığa girince kentten ve mezarlıktan da eski ağaçların soğuk gölgesi en sıcak günlerde bile insanı üşütüyor hatta donduruyordu. O her girişinde karıştırıyordu bu duyguyu. Bu yüzyıllık ağaçlar mıydı onu üşüten yoksa buradaki huzursuz ruhlar mı? Huzursuz olan ruhlar mıydı yoksa tüm huzursuzluğu çeken kendi günahkar ruhu muydu? Bakımsızlıktan ve üzerine yanlışlıkla düşen bombalardan her yer taşlarla taşlardan da ziyade kemiklerle doluydu. Ama hala sağlam mezarlar vardı içlerinde. Gün ışığını tutan uzun ağaçların üzerinde kargalar daireler çizerek bir alçalıyor bir yükseliyordu. kargaların sürekli hareketlerini yaklaşan ve uzaklaşan seslerinden anlıyordu. Mezarlığın içinde dışardakinin aksine her daim dönen devinimli bir rüzgar vardı. Rüzgar ağaçların arasında ıslık çalarak kubbedeki kargalar gibi hep dönüp duruyordu. Ama asla dışarıya çıkmıyordu... Bir kaç ağaç devrilmiş kökleri cesetlerin kolları ve bacakları gibi cansız dışarıya fırlamıştı. Yağmur gibi yağan bombalar artık ağaçların hatta ölü bedenlerin canını yeniden yeniden alıyordu. Islık gibi etrafında dönüp duran rüzgar onu rahatsız etmeye başlamıştı. Sanki rüzgar artık ıslık çalmıyordu da bir şeyler fısıldıyordu. Sıkılmıştı bu durumdan. Buradan çıkması gerekti. Ama buraya koşarak giren bir çocuk görmüştü. O çocuğu bulmadan çıkmak istemiyordu. Çıkmaması gerekti. Üniformasının ceplerini karıştırdı, bir dürbün belki işine yarayabilirdi. Dürbün falan bulamadı ceplerinde. Güneşin hızla batıya doğru yöneldiğini biliyordu. Birazdan güneş batacak ve burası daha korkunç olacakti. Korkuyordu, korkuyu iliklerine kadar, tenini saran soğuk hava gibi hissediyordu. Buralarda gizlenen ve yaşayan çocuklara hatta ölülere bile hayranlıkla bakmaya başladı. Burada ölülerin bile korkudan titreyeceklerini düşündü. Kuru bir dalın kırılmasıyla yerinden zıpladı, hemen arkasında sıska gözleri çukurunun içinde kaybolmuş zayıflığı insanı dehşete düşürecek bir çocuk vardı. Gördüğü o çocuk muydu anlayamadı. Elini silahına doğru yavaşça götürdü, dürbünden sonra silahta yok olmuştu işte... Çocuğun güneşten mi yoksa zayıflıktan mı yanan teni dudaklarında bir an bir gerginlik oluşturdu. Hiçkimse bunun bir gülümseme olduğunu söyleyemezdi. Bu acı çeken bir insanın ifadesi olabilirdi sadece. Acıyı kanıksayan yüzü acı acı gülümsüyordu. Dehşet içinde üniformasını yoklamaya başladı. Ne silah ne bıçak... kesici delici yok edici hiç bir şey kalmamıştı üzerinde. Çocuk sakince askerin bileğini kavradı. Soğuğu hisseden teni şimdi kızgın ateşi hissediyordu. Elleri kana bürünmüştü. Kanın keskin kokusu ölü bedenleri çağrıştırdı. Gözleri açık, etleri çürümüş, etrafa iğrenç kokular yayan ölü bedenleri. elini çekmeye çalıştı ama mıhlanıp kalmıştı sanki. Eli yanıyordu çığlık atmak istiyordu. çocuk gözlerinde merhametle sadece bakıyordu. Asker " bırak beni " diyebildi sadece işte o zaman çocuğun yüzünde sakin ama öldürücü bir tebessüm oluştu. Dudaklarının arasından zar zor çıkan kelimelerle " babamı öldürdün " diye bildi. O asker hatırlıyor muydu acaba bundan bir kaç gün önce kafasını taşla ezdiği adamı veya çocuğu. Attığı bombalarla ezilmişti belki kafaları. Ama o taşı atan kafalarına balyoz gibi indiren de oydu. Çocuk nefes alamadan yüzünde sadece acının çizgileriyle. Sadece acıyla doldurarak ciğerlerini yeniden konuşmaya başladı, " o taşın altında ezdiğiniz şey yüreğimdi... söyleyin çok mu eğlenceliydi beni bir kaç parçaya bölmek. bedenimin her pir parçası bir yere savrulurken ne kadar mutlu oldunuz? sonra sıcak kanımın içine ellerinizi sokup bundan haz almak. atar damarım tam baş parmağınızın altındaydı bazan. gittikçe zayıflıyordu atışları duymadınız mı? kanım hala sıcaktı bir zamanlar ama soğumakta. birazdan donacak. oysa sen avuçlarının içinde hissedeceksin. ellerini yıkayacaksın ama o kan orada kalacak. yıkktığınız binaların altındaydı bedenim. atar damarım ayaklarınızın altında attı. hissettiniz. hissettiniz ve başını çevirdiniz. oysa sizin tek felsefeniz " hedef al, vur övün! " oldu. hedef aldınız vurdunuz övündünüz... " Asker artık hiçbir şey hissetmiyordu. Hissedebileceği tek şey ölümün korkusuydu. Ölüm onu korkutuyordu, uğruna savaştığı şeyler ona her gün bağıra bağıra söyletilen şeyler yoktu şimdi aklında. Ne topraklarının bolluğu, ne peygamberi, ne de bu toprakların kutsallığı. Kutsallık onu bir çocuğun küçücük elinde kıskıvrak yakalamıştı. Güvendiği silahları ve gücünü almıştı elinden. Ölü bedenler kutsallık düşünmezlerdi, düşünemezlerdi...


Uyandığında dehşet içinde ellerine baktı. Ellerine şaşkın şaşkın bakarken saatinin alarmını duydu. Yatağından her zamanki çevikliğiyle fırladı. Ellerini yıkarken akan suya baktı. Bir an suyun kan kırmızısı olduğunu gördü. Dehşet içinde gözlerini yumdu üçe kadar saydı ve gözlerini açtığında su yeniden berrak rengine dönmüştü. Kahvaltısını yaparken burnuna yine kan kokusu geldi. Yuttuğu lokmalar kokuşmuş bedenleri yiyormuş hissini verdi. Her zamanki soğuk kanlılığıyla uçağı kalkışa hazırlarken, her zamanki kutsal cümleleri okudu ve mırıldandı kendini inandırmak istercesine " hedef al vur övün! "

3 Ekim 2009 Cumartesi

Düşünüyorumda beni yazmaya veya yazmamaya iten ne? Bunun cevabı asla bir kesinlik kazanmadı, kazanamadı. Bir resim, bir kedi, bir insan, bir an, bir nefes.... beni yazmaya iterken, aynı etkenler farklı ruh hallerinde yazmamaya hatta kalemimi kırıp atmaya bile itiyor.

Panosuna öylece iliştirilmiş bir kadın resmi vardı. Belli ki bir filmin veya bir albumun afişiydi. resmin önünde öylece kalakalmış farklı şeyler yüklüyordum. Kaçmaya hazırlanıyordu da ellerini kederli yüzüne itinayla yerleştirmiş nereye gideceğini düşünüyordu. Yüzü gerçekten kederli miydi? Bu sadece bir hayal ürünüydü. Gerçek hayattan kesilmiş şeylerdi belkide. Bir fotoğrafın üzerine muntazam yerleştirebileceğim. Tatile çıkmaya karar vermişti de nereye gideceğine bir türlü karar veremiyordu. O çok sevdiği evini su basmıştı belki, o evden ayrılmak istemiyor ama ayrılması gerekiyordu. Eşyalara hüzünlü hüzünlü bakıyordu. Aldatılmıştı belki, evin içinde fink atan anılar bir türlü bırakmıyordu yakasını. Öyle ya bavulunun kapağı hâlâ açık ve etrafında yerleşmeyi bekleyen şeyler vardı. Peki bu halllerden hangisini ele alıp güzel malzemelerle süsleyip birilerine satabilirdim ben? Birini seçmem gerekti ve en baştan başlamam gerekti. Kadının bavulunu toplamaya başlayıp kederle kendini kanepenin üzerine attığı an tas tamam karşımda duruyordu. Bir seçim yapmam gerekti. Ve öyle bir seçim olmalıydı ki, insanlar etkilenmeli ve hayattan ama gerçek hayattan pay çıkarmalılardı bu öykünün içinden. İnsanın kafasında ki tilkileri en çok hissettiği ve onlara keskin emirler verdiği anlardan birini yaşıyordum. Kapının açılmasıyla kendime geldim elinde kahvelerle tebessüm edip yanıma geldi, şimdi yan yana aynı fotoğrafa bakıp düşünüyorduk. Bu görüntünün onun için ne ifade ettiğini çok merak ettim. Ona bakıp neler düşünüyordu acaba? Aklıma gelen ilk soruyu dayanamayıp sordum, " bunu buraya neden iliştirdin ki? " Yüzüme bakarken sormama minnet duymuş gibi tebessüm etti, " çok hoşuma gitti, yıllardır sorgusuz sualsiz, birilerine muhtac olmadan çekip gitmek isterim buralardan. Bilirsin hep bahsederim. İşte o duyguyu çok canlı tutacağına inandım. Hep gözlerimin önünde dursun ve o duygu seksenime gelsemde beni terk etmesin istedim..." Sustu, söyleyecek bir şeyim kalmamıştı. Bende öykümün ortasından başlayıp bitiri vermiştim kafamda...