30 Mart 2009 Pazartesi

Drina Köprüsü - İvo Andriç


Tarih her zaman merak ettiğim ve araştırdığım bir dal olmuştur. Tarihi anlatan kitap sayfalarının arasında gezinirken beynimi kemiren en büyük unsur 'şüphe' olur. Şüphe benim beynimi ele geçiren en büyük tehlikelerden biri. Bu tehlikenin yanı sıra birde bana kazandırdıkları var. Tarihe şüpheyle yaklaşmayan insanların başarılı tarihçiler olabileceğini düşünmüyorum. Bilmiyorum ne kadar doğru bir yaklaşımdır ama bu durum bende " her okuduğuna inanma " duygusunu uyandırır her zaman. Özellikle bu okuduklarım bir milleti, dini... karalıyor veya çok fazla övüyorsa... Her zaman En doğru kaynağa ulaşmak isteyişimde her milletten faydalanmamı sağladı. Bosna-Hersek, Hırvat, Sırp, Arap,Türk, Rus... hangi milletten insan ararsanız vardı Drina Köprüsü'nde. Ve üç büyük dinin din adamları ve dindar insanları konu alan bir romandı. Sadece dindarlar yoktu tabii romanda. Genelevler, meyhaneler, kumarhanelerde vardı. Ve buralara giden insanlar. Bir kasabanın içinde yaşayan, kimi zaman savaşlardan etkilenen, kimi zamansa etkilenmeyen bir kasabaydı anlatılan. Drina köprüsünün yapılışından yıkılışına kadar süren zaman ele alındığından romanda belli başlı bir karakter olduğu söylenemez. Kitabın baş kahramanı Drina köprüsüydü. Köprüde kimi zaman müslümanlar asıldı işkence gördü, kimi zaman yahudi ve hıristiyanlar. Savaş başladığı zaman dile, dine, ırka ve renge bakmaksızın yaktı geçti. Yazar olaylara objektif bakmış. Yakılıp yıkılan Türk evlerini anlatmış ama bunun yanı sıra Sokulu Mehmet Paşa'nın gönderdiği dinsiz, imansız bir adamın astırdığı hatta işkencelerle öldürtüp günlerce cesedini ortadan kaldırtmadığı bir Sırpı'da ... Sonra da vurgulamış yazar bunun Sokulu Mehmet Paşa ve onun karakteriyle bir alakası yoktu diye. Olayı öğrenen Mehmet Paşa'nın o adamı doğunun en ücra yerine sürdürdüğünü ve yerine Allahtan korkan birini atadığını, bu adamın dil, din, ırk ayırt etmeksizin herkese iylik yaptığını ve sadaka verdiğini de vurgulamış... Olaylara tarafsız bakması çok hoşuma gitti. Ve kesinlikle okunması gereken bir eser olduğunu bir kez daha anladım. Romanda en çok sevdiğim karakterler Rahip Nikola ve Molla İbrahim oldu. Onlar Çocukken aynı oyunları oynadılar ve yaşlandıkları zamanda kapı komşusu oldular. Onları ayıran dinlerinin ayrı mezarlıklarıydı...


" ... daha ilk mısralarda hepsini, müslümanları da, hıristiyanları da aynı titreme alır. Çünkü hepsi de şarkıda yaşayan aynı şebneme susamıştır..." S. 203


" ... kusursuz biz anlayışın ve büyük bir sanatın eseri olan köprü ise... ihtiyarlık ve değişiklik nedir bilmeden, geçici şeylerin kaderini paylaşmadan, yine her zamanki gibi ölümsüz gençliği içinde uzanıyordu. " S. 234


" Bir hükümet, bir bildiri yada ilan vasıtasıyla halka barış ve refah vâddetti mi, tam tersini beklemek gerekti. " S. 240

28 Mart 2009 Cumartesi

Ölümsüz Öykü - Karen Blixen


İsmi ve kapağındaki bir kaç cümleyle dikkatimi çeken bir öykü kitabı daha. Son zamanlarda daha çok isimler ve kitap hakkında yazılan yorumlarla ilgilenir oldum. Kitap kapaklarını da unutmamak gerek tabii. Karen Blixen, Danimarkalı ama yıllarca Afrika'da yaşamış bir yazar. Nobel edebiyat ödülünü alan Ernest Hemingway " Nobel benim değil Karen Blixen'in hakkıydı" demesi, öykülerini benim için çekici kılan noktalardan biri oldu.

Kitapta üç öykü var; Ölümsüz Öykü, Miçonun Öyküsü, Yakası Karanfilli Genç Adam. Öykülerin konusu tayfalar, miçolar, liman kentleri ve zengin tüccarlarla ilgili fantastik öyküler. Yakası Karanfilli Genç Adam'da ise ilk romanıyla patlama yapmış ama sonradan bir şey yazamamış bir yazar hakkında. Yazarın karısını ve her şeyi terk etmeye karar verdiği gün, bir kaç tayfadan dinlediği öykülerle yeniden öykü yazma hazzını yakalamasını anlatıyor. Öykü içinde öykü, kurgu içinde kurgu var. Öyküleri çok beğendim ama Ölümsüz Öykü'nün tadı benim için çok daha farklıydı. Zengin bir tüccarın yaşlanması ve yatağından kalkamaz hale gelmesi, uyuyamadığı bitmez tükenmez gecelerde muhasebecisine tekrar tekrar okuttuğu muhasebe defterlerinden sıkıldıktan sonra, bu dünyada okunacak ve dinlenecek öyküler olabileceğini fark etmesi ve bildiği tek öykünün tüm tayfalar tarafından bilindiğini öğrenince garip bir hırsla bu öyküyü gerçekleştirmeye çalışması hakkında... Muhasebecisi olan yahudi gencin hayatıda ilgi çekiciydi... Ölümsüz Öykü İstanbul Tiyatrolarında sahnelenmiş...

" Düş kurmak akıllı, uslu insanların intihar etme biçimidir " Karen Blixen

" o zincirleme sigara içen, hiç susmadan öyküler uyduran, kendi hayatını bile uydurma hikayelerle anlatan bir cadı..." Bu cümleyi kimin kurduğunu not almamışım. Karen Blixen hakkında bir yazarın kurduğunu hatırlıyorum ama =)
Kitabın kapağını bulamadım. Kitabı kütüphaneden aldığım için fotoğrafını çekmek gibi bir lüksüm de yok şu anda. Kitap kapağı çok güzeldi...

27 Mart 2009 Cuma

otlar ve çaylar



Çok sinirli bir insan olduğumdan her daim şikayetçi olan aile fertleri sayesinde ot ve yeşil çay içmeye başladım. Çok yakında ot ve yeşil çay kolik olur çıkarım. Bugün kaç bardak ve kaç çeşit içtim bilmiyorum ama tuvalletten çıkamama gibi bir sorun oldu. Ben bunun daha çok psikoljik olduğunu düşünmeye başladım. Şu anda bir kuş kadar hafif olmakla birlikte her an komaya girecekmiş kadar uykum var. Sanırım kedi otunu ve kedi otu kökünü fazla kaçırmışım. Afyon etkisi yarattı mubarek... Beni alıp o aktarlara götürmeklede çok büyük hata yaptılar. Ben öylesine meraklıyım ki, elim kolum otlarla ve çaylarla dolu döndüm eve. Rengini beğendim aldım, kokusunu beğendim aldım, şeklini şemalini beğendim aldım... aldım, aldım, aldım... Ve işin komik yanı sadece sakinleştirici etki yapanlardan değil resmen tüm derde deva olanlarla doldu torbalarım. Artık beni hiç bir hastalık yıkamaz! Yakında sadece otlarla beslenmeye başlarsam hiç şaşırmasınlar.

21 Mart 2009 Cumartesi

Son Zamanlarda


Son zamanlarda, banka, okul ve hastane köşelerinde sürünmekten gına geldi. Bugün benden aldıkları kanı önümüzdeki üç yıl içinde ancak üretir bünyem... Ders kitapları bir tarafımda, okumam gereken dergiler, gazeteler ve romanlar bir tarafımda... Seyretmek istediğim filmlerde cabası oluyor bu durumda. Benden her daim şikayetçi olan aile fertleri bir tarafta. Omuzlarımda ağır sorumluluklar, dışarıda ne güzel bir bahar. Ama ben ne dağa çıkabiliyorum, ne çadır kurabiliyorum.
Balık tutmak istiyorum en çok. Sonra zehirli örümcekleri yine tüplere koyup onları incelemek istiyorum. Kertenkeleleri çocukken yaptığım gibi yakalayıp kuyruklarını bırakmalarını seyretmek istiyorum. Sevgili dostumla dağ bayır gezmek istiyorum. Denize girmek istiyorum, sonra boğulmak istiyorum. Beş yıldızlı otellerin karşısına kamp kurmak istiyorum. Fi tarihinden kalma mağralarda yaşamak istiyorum. Notlarımın hepsi yine çok yüksek gelsin istiyorum. Nargile içmek istiyorum. Fırata karşı balık yemek istiyorum. Tavşan kanı bardak bardak çay içmek istiyorum. Salıncak istiyorum, kaydırak istiyorum. Artık hasta olmasam diyorum. İltihap üreten bünyeme lanetler yağdırmak istiyorum. Konsere gitmek istiyorum. Tiyatroya gitmek istiyorum. Hatta bu şehire gelen her oyuna gitmek istiyorum. Angela, seninle birlikte dünyayı gezmek istiyorum. Ağaçlara tırmanıp meyve toplamak istiyorum. Sakinleşmek ve rahatlamak istiyorum. İsyankar ruhum biraz olsun sakinleşsin şu güzel bahar günlerinde diyorum,ama nafile. Buna ben bile inanamam. Ben aslında çok şey istemiyorum =)

Ben dağ bayır demeyip, sevgili dostumu yanıma alıp, evime en yakın parka gidiyorum. Belki iyi gelir...

13 Mart 2009 Cuma

Kızıl Vaiz


Bu aralar pek bi tembelim. İçimden okuduğum kitaplar hakkında bir şeyler karalamak gelmiyor. Gelmemesinin en büyük nedeni okuduğum kitapları beğenmemem. Beğendiklerim oluyor elbette, ama onları da tembelliğimden yazmıyorum.

Orkun Uçar bir zamanlar Metal Fırtına kitabıyla patlama yapmıştı. Ben patlama yapan filmleri ve kitapları modası geçtikten sonra okuyan takıntılı bir insanım. Kitap hakkında anlatacak pek bir şey bulamadım. Kitap baştan sona öykülerle dolu. Kitabı okumama neden olansa kapağında ki şu cümleler oldu ;

Xasiork
Ölümsüz Öykü Kulübü
Yalnız Gören Gözler Girebilir!..

Çekici olduğunu sizde kabul etmişsinizdir... Kahraman bir öykü klubüne üye olabilmek için iyi bir öykü yazmalıdır. Ve yeni tanıştığı bu insanlarda gizemli bir şeyler vardır. Gizemler bazen iyi ve yerli yerindeydi, ama bazen kendimi bilim kurgu filmi seyrediyor gibi hissettim. Ben bilim kurguyu pek sevmem. Kitabın içinde o kadar çok öykü olması çoğu zaman romandan kopmamı sağladı. Bazı öykülerde " bitsede kurtulsam " dedim. Neyseki yarım kalmadı, bitti kitap. Fantastik hep hoşuma gitmiştir, bu kitabı benim için çekilmez kılan şey öykülerdi. Yazar böyle bir şeyin ilk defa denendiğini ve beğenilmesini umduğunu söylemiş. Benim gibi aceleci ve bir sonraki aşamada ne olacak diye kendini paralayan okurların beğenemeyeceğini düşünememiş ama. Yiğidi öldür hakkını inkar etme felsefesiyle yaklaşınca, aslında yabana atılmayacak bir kitaptı. Ama o öyküler neydi be kardeşim, valla bunaldım çoğunu okurken...

12 Mart 2009 Perşembe

Mim veya mimler

Bu tür durumlarda beni en çok yoran şey link oluyor =) Uzunnn zaman önce beni mimleyen pek değerli ve kıymetli manikim beni haftalar öncesinden en sevdiği blogger ilan etmişti. Bende seni çok seviyorum =) bu mimde en çok sevdiklerimin ismini vermicem işte... politikacıların dır dır konuşup bünyemi alt üst ettikleri şu dönemde, bende en sevilen bloggerları seçerken onlar gibi davranmaya karar verdim. canım kardeşlerim hepinizi çok seviyorum. Beni sizler varettiniz diyorum. insan büyüğünden ne görse onu yapar ne de olsa =)

İkinci mim sevgili serbest nesirler'den gelmiş. Ben kimim? bunun cevabını bulursam size de söylerim :P
Daha önce bahsetmiştim diye hatırlıyorum. Doğma büyüme Antepliyim. Antep'e hiç Gaziantep dediğimi hatırlamam, arkadaşlarım çok kızıyorlar. Ama antepliyim işte =) Hâlâ Antepteyim. Buradan ayrılmayı ciddi anlamda hiç düşünmedim. Ve hâlâ öğrenciyim. yaşımı merak edenlere, yakında ömrümden çeyrek asır geçmiş olacak =)

Üçüncü ve son mim de sevgili kuzey ve defter'den kitap yazmak isteseydim, aşık olduğum güneydoğu'dan bahsederdim. Ve insana dair herşeyden...

Mimlerin hepsini paslamak imkansız. Sadece kitap yazmak isteseydiniz deyip, evvelzamaniçinde, Serap'a ve Negatifim'e pas atıyorum. unuttuğum son kişiyi de ekleyeyim vee feyk encıl =)

4 Mart 2009 Çarşamba

Araba


Mart güneşinin ısıttığı toprağın üzerine uzanmış ela gözlerini kırpıştırdığı yerde süzülen bulutlara bakıp sadece hayal kuruyordu. Pis çamurlu ayak başparmaklarını ara sıra birbirine sürüp ne kadar üşüdüğünü tahmin etmeye çalışıyordu. Koca şehrin içinde en çok sevdiği yerdi bu park. Arabalar parkın hemen yanındaki ana yoldan vızır vızır geçerken hayali daha bir gerçekçi oluyordu. Sık çamların üstünden akıp giden bulutların her biri onun o çok istediği arabalara dönüşüyordu. Başının altındaki parmaklarını daha sıkı kenetliyordu yaptığı suraatleri düşündükçe. Dizlerini kasıyor, ara sıra karnına doğru çekiyordu. Sanki ayağının altındaydı gaz pedalide ansızın frene basıyordu. Ela gözlerini kırpıştırıp ara sıra parkı kolaçan etmeyide ihmal etmiyordu. Her an bir yerlerden çıkıp gelebilirdi itin dölü. Dokuz yaşlarındaydı ama altı yaşından küçük duruyordu, üzerinde yamalı pantolonu yamalı gömleği ve kirli yüzüyle kiminin içini acıtır kiminde tiksinti uyandırırdı her kaldırım çocuğu gibi. Uzun yıllar evvel gelmişti sanki dünyaya. Uzun yıllardır burada ayakkabı boyar, mendil, sakız, yarabandı satardı. Kocaman adamlardan daha anlamlı bakar, daha ağır başlı davranırdı. Ama gel gör ki iş hayal kurmaya gelince her çocuk gibi olurdu o da. Hesaplayamadığı uzun yılları ve zorlu hayat tecrübelerini unutur sadece kendinin olacak arabaları düşünürdü. Büyüdüğü zaman herşey değişecekti. O kocaman bir adam olunca onun bir arabası olacaktı. Ne ev isterdi ne başka birşey. Bir tek arabası olsun yeterdi onun için. İçinde yatar kalkar, içinde hayal kurar ve en önemlisi şehir şehir gezerdi. Kimse dur diyemezdi ona. Kimse hesap soramazdı kocaman bir adam olunca. Ama şimdi vakti değildi işte. Ne gitmenin vaktiydi nede yatmanın. Gitmeden evvel ona ve arkadaşlarına eziyet eden o adamı eşşek sudan gelinceye kadar dövmek gerekti en başta. Şimdi çok küçüktü gücü yetmiyordu ama bir gün yetecekti. O güzel araba hayalinin arasına girip işin içine limon suyu sıkan adamı düşündükçe hiddetlendi. Sanki saatlerdir uyuyormuş gibi ayağa kalkıp gözlerini ovuşturmaya başladı.Ayağına yırtık postallarını geçirdi. Çalışmalıydı yoksa gün dedikleri şey geçmezdi. Belkide geçerdi ama günün sonu onun için hiç iyi bitmezdi...

Hesaplayamadığı uzun yılların içinde başından geçen talihsizliklerin haddi hesabı yoktu. Bababasını ve annesini hiç tanıyamaması onlar hakkında derin derin düşünmemesine neden olurdu. Zaten iç geçirse, kendini harap etse ne olacaktı ki sanki? Geri gelmeyeceklerdi işte. Onlar hakkında anneannesinin türlü türlü anlattığı hikayelerde uzun zaman öncelerinde kalmıştı. Onun için asır geçmişti sanki anneannesini de kaybedeli. Oysa ona yüzyıl gibi gelen bir gün, o günleri diğer insanlar gibi hesaplamaya çalışsa sadece bir yıl olmuştu. Anneannesiyle oturduğu o tek göz harap yerde hemen başkalarının evi olmuştu. Hiç tanımadığı insanların evi. Sokaklara düşmüştü diğer talihsiz kaldırım çocukları gibi. Kaldırımlarda yatıp kalkan onlarca hatta ona sorsanız milyonlarca insan vardı bu kentte. Bu kent sanki sadece evsiz barksız insanları barındırıyordu içinde. Şehir pislik demekti onun için. Helede bu şehir... Bu şehirde yaşayıp kaldırımlarda bile yatmak için çalışmak gerekiyordu işte. Çalışmak didinmek... Herkesten çok çalışıyordu, herkesten çok kazanıyordu. O tatlı dili güler yüzüyle ona hayır diyen çok az insan çıkıyordu karşısına. O kadar insan içinde ona küçümseyerek, aşşağılayarak bakan insanlara aldırış bile etmiyordu. Onun için gerçek olan tek şey vardı, hayalindeki arabası. Kanına dokunan şey o adamdan dayak yemekti. Ne yaparsa yapsın yaranamıyordu işte. Diğer arkadaşlarından çok kazanır, onlardan daha olgun davranır, hiç sesini çıkarmadan ne konsa önüne amenna derdi. Diğer arkadaşları gibi ne sigarası vardı ne de tineri. Boşuna demişler her sokak çocuğu tinercidir diye. Tertemizdi Hüseyin. Kocaman temiz bir kalbi vardı. Evet kirli olabilirdi ve pis koka bilirdi. Ama onun eşssiz bir kalbi vardı... Ayağına geçirdiği postalları sürüdüğü yerde parkın içinde gezinmeye başladı. Sanki bugün diğer günlerden daha ağırdı. Sanki az evvel kurduğu hayal silikleşip omuzlarındaki o ağır yükü daha da ağırlaştırıyordu. Ama şu çamlar ve onların iç ferahlatan kokuları onu az da olsa rahatlatıyorlardı. Az evvel bakıpta hayal kurduğu bulutların üzerinde gezdirdi yeniden bakışlarını. İçinde tarif edilmez şimşekler çakmaya başladı. Sanki içinde büyük bir kıyım başlamıştı. Herşey anlamsızdı, herşey gereksizdi. Bu adama daha kaç yıl daha tahammül edebilirdi. Offf ne kadar çok zaman olmuştu bu dünyaya geleli. Gitmeliydi çoook uzaklara gitmeliydi. Öylesine çekip gitmeliydi ve bir daha çocuklara eziyet eden insanların eline düşmemeliydi, ama nereye gitmeliydi? Öylesine boş boş gezinmeye başladı parkta. Öylesine. Akşamı ve o adamı düşünmeden. İçi içini kemiyordu. Parkta volta atıp düşünürken sayısız iş kurmuş sayısız batıp çıkmış bir adama benziyordu. Parkın sonunda üzerinde siyah ceketi elinde düşmeyen şarap şişesiyle o adamı gördü. Gözleri dolu dolu oldu. Kendini kapana kısılmış bir fare gibi hissetmekten başka eline birşey geçmiyordu işte. Ana caddeye doğru koşarken gözlerinden yanağına doğru ırmak çoşkunluğunda yaşlar hücum etmeye başladı. İçinde başlayan bu savaşı kimse bilmeyecekti. İçinde süren bu savaşta onlarca insan ölecekti ama kimsenin ruhu duymayacaktı. Bu savaşı, bu gürültüleri bastırmanın bir yolu yoktu artık... Ne yaparlarsa yapsınlar durmayacaktı artık. Rüzgar yanaklarından süzülen yaşları savururken daha da hızlandı. Sanki hızla giden bir arabanın içindeymişcesine geçiyordu binalar yanından. Bacakları kasıldı. Koştu, koştu, koştu... Ana caddenin bittiği yerde kocaman bir kavşak vardı, kavşağı dönünce acı bir fren sesi duyuldu. Küçücük bedenini gazete kağıtlarıyla örttüler. Gazetenin koca sayfasını tek bir haber dolduruyordu, "artık arabasız kimse kalmayacak. En uygun ödemeler ve en düşük taksitlerle. Hayatınızı kolaylaştırın..."