26 Şubat 2008 Salı

Nazım Hikmet'in Mektubu


adalet;

Bedri Rahmi'nin, Orhan Veli'nin şiir kitabı kapağına yaptığı resme baka baka bi hal oldum. O resmi niçin nasıl masal gibi dalgalara düşülebileceğini, ve harikulade bir rüya sergüzeşt çocukluk şiiri olduğunu anlamak için, bu mazhariyete erip bu tadı çıkarabilmek için çok ağır bir fiat ödemek, benim gibi on yıl hapis yatmak lazım. Ve insan kapaktaki o resmin şiirini okuduktan sonra kitabın içindekileri - hem de bir kaçı çok cici şiirleri yazan ...... ve hatta klasik manasıyla şiiri yazmaktan ürküyor. Bedri'ye teşekkür ederim, beni mestetti delikanlı, sağ olsun.

Nazım


(Alıntı www.orhanveli.net)

25 Şubat 2008 Pazartesi

Çıplakları Giydirmek


Ersilia; Bir rüya anlattındı bana... Bilmem... Güzel şeylerdi onlar. Ve buraya tamir için geldin. Tıpkı onun tamir için inkar ettiği gibi. Yalvarırım öyle yapma! Mesele şu ki hepiniz şanınıza layık olmaya çalışıyorsunuz. Şey, şey... Şey olduğunuz ölçüde (iğrenç olduğunuz ölçüde demek ister ama bu onda tiksinti ve öylesine bir acıma uyandırır ki, söylemeye bir türlü dili varmaz)... Güzel olmak istediğiniz ölçüde. Evet arkamıza yol yönteme uygun bir elbise giymek. Karşına çıkacak hiç bir elbisem kalmamıştı. Ama öğrendim ki sende... O güzelim bahriyeli üniformanı arkandan çıkarıp atmışsın. O zaman kendimi sokakta yapa yalnız buldum... Ve evet dedim, Üstüme bir avuç çamur daha atayım da, temiz yanım kalmasın. Allah'ım ne iğrenç, ne tiksinme idi o! O zaman... İşte o zaman kendime ölüm için olsun yolunca yöntemince bir elbise yapmak istedim. Niçin yalan söylemişim, görüyor musun? Yemin ederim, sırf bunun için! Artık arkama giyip kendimi gösterecek hayat için asla bir tek elbisem olmamıştı ki bir sürü köpek tarafından parçalanmasın... Bir sürü köpek ki geçtiğim her sokakta daima üstüme saldırmıştı. En bayağı, en alçakça pisliklerle kirlenmesin bende kendimi ölüm için, güzel, en güzel bir elbise bana orada, bir rüya gibi gelen ama tıpkı öbürleri gibi hemen parça parça edilen bir nişan elbisesi yapmak istedim. Ama içinde ölmek için bir elbise idi bu. İnsanların bir parça merhametine sığınarak ölmek için sadece. Ama ne gezer! Ben bu elbisedende yoksun kaldım! Onuda yırttılar, paramparça ettiler çıplak ölmeliydim! Alçaltılmış, aşağılanmış olarak, çırılçıplak! Memnun oldunuz mu? Haydi şimdi gidin, gidin gidin artık. Bırakında sessiz, çıplak öleyim. Gidin. Kimseyi görmek, kimseyi işitmek istemiyorum demeye hakkım vardır sanırım, öyle değil mi? Haydi gidin, gidin de sen karına sende nişanlına bu ölü arkasına giymedi, deyin.
Çıplak öldü...

Çıplakları Giydirmek - Pirandello

İnsanlar genelde kitapları sadece bir defa okunacak çizgi romanlarla karıştırırlar. Ama bu her kitap için geçerli bir kanun değildir. İnsanların bunu fark edebilmesi için ya okudukları bir kitabın açıklamasından çok etkilenmelidirler yada kitaptaki karakterlerden birinin kendilerine çok benzediğini hissetmeliler.

Ben bir kitabın defalarca kez okunması gerektiğini Peyami SAFA'nın Bir Tereddüdün Romanı kitabını okurken fark ettim. Kitabın betimlemeleri güzeldi ama beni etkileyen ne betimlemeler ne de kitabın baş kahramanlarından biri olan Vildan dı. Tabii Muharrir'in etkisi çok büyük olmuştu. Zaten kitabı okuyan herkes Muharrir'in biraz Peyami SAFA olduğunu anlar. Kitapta beni en çok etkileyen kitabın çok kısmında Pirandello'nun Çıplakları Giydirmek Piyesinin bahsinin geçmesiydi.

Bir Tereddüdün Romanı'nı semt kütüphanemizden alıp okuduğum için Altını çizip kenarlarına notlar alamadım, ama okurken insanın içinde altını çizme duygusu hasıl oluyor ve bu dürtüyü durdurmak biraz zor. Kitabı okurken en beğendiğim bölümleri bir deftere yazıp sayfa numarasına kadar not aldım. Kitabı bitirdikten sonra Çıplakları Giydirmek piyesini kesin okumam gerek diye düşünüyordum. Bir Tereddüdün Romanı nı kütüphaneye tekrar götürmek işkence gibi oldu tabii.. Kitabı tekrar götürdüğümde rafların arasında tozlu ince bir kitap vardı sonradan kaplanmış belli ki kütüphaneye en az kırk yıl önce bağışlanmış Çıplakları Giydirmek kitabının 1964 basımıymış meğer tozlu sarı yapraklı bir kitap. Okuduğum ilk piyesde Çıplakları Giydirmek oldu zaten. Kitabın girişinde önce Pirandello'nun daha sonra Çevirmen DR. Feridun TİMUR un fikirleri vardı. Piyeste beni en çok Ersilia'nın ölürken söyledikleri etkiledi. Bahsettiği çıplaklık bir beden çıplaklığı değil, ruhun çıplaklığıydı. Ersilia " Ölümü yalandan dokunmuş bir elbise ile örtmek süslemek" istemişti sadece.


Ölümü üzerine bir elbise olarak bile giyemediğini düşünüyordu ve çırılçıplak öldü. Arkasında güzel entariler vardı fakat, ruhu çırılçıplaktı. İstediği tek şey ruhuna güzel bir elbise giydirmekti.

24 Şubat 2008 Pazar

Kaldırım Çocukları


Şapkamın kenarını gözlerime indirdim pardesumun geniş eteklerini bir harminiye gibi vücuduma doladım,

ellerimi divan durur gibi önümde kavuşturdum kendi kendime sarıldım ve yürüdüm.

Gece yarısından sonra üçüncü saat.

Beyoğlu kaldırımındayım. Ağır ağır yürüyorum. Caddenin kenar çizgileri bir makas ağzı gibi açılarak

bana doğru geliyorlar. Ara sıra sendeliyorum .

Bir tesbihin taneleri gibi havaya dizili ışıklar, ben sendeledikce sallanıyorlar;

bazı tesbih kopuyor ve taneler düşüyor duvarlara çarpıyorum. Söylemeye ne hacet? Sarhoşum.

Duvarlara, sersemlere, sarhoşlara ve uyku sersemlerine çarpıyorum.

Ne yürüyüş, enfes! Ben gece yarısı kaldırımlara bayılırım. Gece yarısı kaldırımların hürriyetine,

kimsezliğine vurgunum. Bende kimsesiz ve hürüm bende kaldırım çocuğuyum.

Hey!... Bütün hayatım onların üstünde gecti, onların kaldırımların üstünde,

bütün hülyalarımı onların üstünde kurum; o hülyalar ki hiç biri olmadı fakat ben severim onları,

kaldırımları.



Onların üsütnde evimde gibiyim. Gelip geçen gelip geçen bütün insanlar misafirimdirler,

sanki bahçemde geziyorlar.

Bütün dükkanlar ve binalar kendi malım ve onları veriyorum, isteyenlere, hırsızlara mal düşkünlerine.

Bana yalnız kaldırımları bıraksınlar yetişir.

Gece yarısından sonra yoldaşlarım pek kibar şeyler değildir. Arabacılar, şoförler, sefiller ve köpekler.

Gece yarısından sonra kaldırımlarda uyumak için kuru bir parça yer arıyan etsiz ve tüysüz, kuyrukları bile tüysüz,

vücutları uzun ve karınları çukur.

Sıska ve sessiz, filozof ve mütevekkil, aç ve yorgun köpekleri bilir misiniz?

Onları ben pek iyi tanırım, onların hayatı benim hayatımdır inanınız.

İnanınız ki en cesur yaşayan biziz üç büyük korku bizde yoktur. Sefalet, hastalık, ölüm korkusu.

Bu en büyük üç zaaftan kurtulduk.

Biz kaldırım çocukları ve kaldırım köpekleri insanların ve hayvanların en kuvvetlisiyiz.

Ölümden kormuyoruz ki hastalıktan korkalim, hastalıktan korkmuyoruz ki sefaletten korkmuyoruz ki,

dolgun bir karın sıvamak ihtiyaciyle hamilerimizin önünde elpençe divan olalim ve onlara

<< afiyeti devletiniz nasıldır efendim>> diye soralim...




Bir Tereddüdün Romani - Peyami SAFA

Cingöz Recai'den Nazım Hikmet'e

gel bakayım
lüle lüle, kıvrım kıvrım, samur saçlı,
pambuk tenli, al yanaklı sarı papam,
gel bakayım anam babam,
gel bakayım yetimlikle maytap eden paşa zadem,
güzel adem!

gel bakayım,
gel ki büyük babaların:
enver paşa, nazım paşa konağında
alıştığın gibi,
alışıp yılıştığın gibi.
seni her gün dizlerimde hoplatayım.
şerefine bütün yetim çocukların anasını satayım.

gel bakayım fidan boylum, asilzadem, güzel paşam.
moda burniyle süreyya paşa locası arasında her akşam
maviş gözlerini süze süze mekik dokuyan
kadıköyün kübik salonarında şiir okuyan
moda şair, kübik şair, kübiklerin kübiği,
cevizliğin, kuşdilinin, mühürdarın bolşeviği!

ben ki - kıtır atma cicim! -
nuvel litererden alma değil.
bolşevik şair mayakofskiden de çalma değil.
senin tulum göbekli, kadayıp enseli burjuvalarından
halkı soyan birkaçının yuvalarından.
para aşırdım.
neden mi, niçin
yolumu şaşırdım?
babası sürgünde öldürülen
bir çocuğu beslemek için!
fakat sen ki paşa konaklarında
kuş dilinde, kuş tüyünde, kuş sütiyle beslendin.
kuş beyninle bolşevizme heveslendin.
baban üç yıl önce ölünceye kadar
zavallıdan para kopardın,
nefesi kokan türk işçisinin vekaletini apardın.
götürüp onu sonra el altından.
enternasyonale zula ettin,
kim bilir kaç
aç biilaç
türk işçisinin ciğerini pirzola ettin!
gel bakayım seninle bir konuşayım
senceleyin bir coşayım:

bre...toprak altında yatan
namık kemale, safaya çatan
bre tümen tümen kıtır bom
bre tümen tümen palavra
bre işçiye yalan
ölüye iftira atan
sağı sola katan
bre kaltaban
bre türk düşmanı, bre vatan haini
şarlatan!

bre propoganda broşürü alimi
bre sırtını ipek divanlara yaslıyan
"sermaye"nin yüzde bire küçültülmüş posasını
yalayarak allamelik taslıyan
orak çekiç markalı
sözüm ona komintern taktikalı
üfürükle şişirme, kursak balon komünisti
dandini bey, züppe salon komünisti!

sen misin "o kavganın kolu bağlı adsız neferi"
yavaş gel, saçmalamaya başlıyorsun,
kolun bağlise nasıl taşlıyorsun,
piçler gibi ölülerin mezarını?
yanlış attın zarını:
görüyorsun şeşi beş
yemek için bir kaç leş
sallıyarak hemen uzun elini
oluyorsun mezarlara tebelleş.

sen misin adsız nefer?
"eynelmefer?"
iki metro boyu afişlerde
gazetelerin tüccar ilanı sayfalarında
kitaplarının üstünde, manzumelerinin altında
bangır bangır bağıran nazım hikmet imzası
ad değil mi?
ne yalan söylersin?
sendeki surat, surat değil mi?

sen adsızsan,
zonguldakta maden kuyusu dibinde
promete gibi, fakat gökten değil
yerin dibinden ateş alan
bize kalori yollayan
işçinin adı nedir?

adlısın, meşhur şairim, adlısın.
amma neyleyim,
yırtık suratlısın.

sen ki iki papele her gün akşam
ulusal dil yazarsın.
önce yazdıklarını bozarsın.
sana her gün üç lira verebilsem ah.
vallah billah
ey o kavganın adsız neferi
hemencecik soldan geri
çevrilerek
ulusalizma-faşizma gömleğini
sırtına geçirerek,
bolşevizmin mezarını kazarsın!

nitekim,
söyliyecek sözün bitince,
marksın sermayesini kediye yükletince
her renkli, herşey adlı reklam gazetesinde
başmuharrirlik yapıyorsun
şimdi de ipekçilerin sermayesine tapıyorsun!

bre.. toprak altında yatan
büyük türk ölülerine çatan
bre tümen tümen kıtır bom
bre tümün tümün palavra
bre işçiye yalan
ölüye iftira atan
sağı sola katan
bre kaltaban
bre türk düşmanı, bre vatan haini
şarlatan!

sen artık buralarda kolay dikiş tutturamazsın
sahte komintern taktikalı
dolmalarını yutturamazsın.

çekil!
bugün yaptığın gibi
metr - goldvin - mayer şirketinin
istanbul kolunun başına dikil
yüzünden maskeni, başından kasketi at
sermayenin altına yat!
yerini şimdi buldun işte:
hak berekat versin, asilzadem,
berekaaaaaaat!
Delilik şüphesiz aptallıktan iyidir. Delilik var olmuş bir zekanın yok oluşudur; aptallık, var olmamış bir zekanın var olmamaya devam edişidir. Deliliğin hiç olmazsa mazisi şanlı. Aptallığın şerefli bir tarihi bile yok...


Peyami SAFAMatmazel Noralia'nın Koltuğu

Gideceğim

Gideceğim, gideceğim… Suyun üstünde geminin direkleri benim için sallanıyor. Denizlerin, dağların, memleketlerin ötesinde… Oralara, oralara…Tek başıma vahşi ormanlardan geçeceğim. Sayıklamıyorum, sana projemi söylüyorum, inan bana, cinsim ben cins,çırılçıplak öleceğim, fakat leşimi kimse görmeyecek ve ben hançerin haysiyetini kurtaracağım. O bir kalbe girecek, benim kalbime girecek, ah kaçmak, gitmek, oralara vahşi ormanlara, vahşi ormanlardan sahralara…ve insan ayağı basmamış yerlerde, bir ağacın altında ebediyen kalacağım. Asırlarca iskeletim o ağaca yaslanmış duracak. Beni kimse bilmeyecek, bulamayacak… Gideceğim emelsiz, imansız oralara gideceğim ıssız dağlarda ilk aşkımın türküsünü söyleyerek gideceğim. İnan bana, inan bu sefer rüya içinde değilim. O bir kalbe girecek ah, vaat ediyorum…
Entero in un cuore!
Peyami SAFA - Bir Tereddüdün Romanı

Kitap...


... Bence kitap demek bir defa okunmak için yazılan şey değildir... Bazı tanıdıklarım haftada üç dört tane okuyorlar. Onlara hayret ediyorum. Kitap. Nasıl diyeyim... İçinde yaşadığımız ev gibi olmalı, vatan gibi olmalı, ona alışmalıyız, bağlanmalıyız, köşesini bucağını gayet iyi tanımalıyız, her noktasına hatıramız karışmalı değil mi? Bir musiki parçası gibi... Her vakit başka başka eserler okuyanlar, iki üç günde bir dostlarını, evlerini, vatanlarını değiştiren insanlara benzemez mi? Belki bunun için her yerde pek çok kitap çıkıyor fakat iyileri ne kadar az...

Bir Tereddüdün Romanı

Ruh Ruh...

...Fakat sen bütün kadınlar gibi bize evvela ruhunuzu değil, bacaklarınızı gösteriyorsunuz...
Demin Amerikan mecmualarını karıştırıyordum. Bacak yağıyor. Operetler, müzikholler, filmler, caddeler her yer bunlarla dolu değil mi? Babam söylerdi eskiden vücuttaki uzuvlardan pek çoğunun adını söylemek ayıpmış: Meme, karın, kalça, bacak, baldır, ayak gibi sözlerden birini ağza almadan evvel bir " affedersiniz" deyip sesi alçaltmak lazımmış. Şimdi bacağı göstermek ve beğendirmek bile ayıp değil. Senin ipek çorabın içinde bir ruh varsa bunu benim avucum anlar. Onunla başka türlü bir temas ve muhabere vasıtası bilmiyorum. Belki diz kapağında bir ruh var. Ruh, ruh... Yürürken belin bir kıvrılışı... Ordan bir seyyale geçiyor şüphesiz... Fakat o benden aynı cinsten bir seyyale arıyor. Sen boyadığın ve süslediğin vücudunla bende hangi duyguya hitap ediyorsan ondan cevap alıyorsun. İskarpinin açık penceresi önünde oturan ve seyredilmekten hoşlanan topuğun benden merhamet mi istiyor? Kainatın sırlarına ait düşünceler mi istiyor? Milli heyecan mı istiyor? Ruh, ruh... Ne istiyor bu dekolte bu ayak bu beden? Bu gün sokaklarda dizkapağına kadar açılan kadın bacakları hangi budala Aristo'nun mantığına, Eflatun'un idiallerine, leibniz'in monadına dair fikirler uyandırıyor? Göğsünüzde zıp zıp sıçrattığınız yuvarlaklar Bach'ın Ave Maria'sını mı söylüyor. Süleyman dedenin mevlüdünü mü?


Peyami Safa - Matmazel Noralia'nin Koltuğu

Peyami Safa - Biyografi

Servet-i fünun şairlerinden İsmail Safa'nın oğludur, Peyami Safa. 1899'da İstanbulda doğdu. Sivas sürgünündeyken babası İsmail Safa'yı kaybettiğinde henüz iki yaşındaydı bu dönemden sonra "Yetim-i Safa" adıyla anılmaya başladı. Babasız olmanın ve çok küçük yaşlarda yakalandığı kemik hastalığı nedeniyle çok büyük fiziksel ve ruhsal buhranlar yaşadı. Peyami Safa her kitabında kendi kişiliğini bir karaktere yükler ve yaşadığı sıkıntıları buhranları okuyucularına çok iyi bir şekilde yansıtır. Dokuzuncu Hariciye Koğuşu romanında da yaşadığı zorlukları en iyi şekilde anlatmıştır.
Hastalığından ve maddi sıkıntılardan dolayı öğrenimini sürdürememiştir. Hayatını kazanmak, annesine bakmak için Galatasaray Lisesi'nide yarıda bırakmak zorunda kalmıştır. Keaton matbasında bir süre çalıştıktan sonra girdiği sınavı kazanarak Posta - Telgraf Nezaretin'de birinci dünya savaşına kadar çalışmıştır. Sonrasında Rehber-i İttihat Mektebinde öğretmenlik yapmıştır. Genç nesile öğretmenlik yaparken kendi çabasıyla Fransızcasınıda ilerletmiştir.
Ağabeyi İlhami Safa'nın isteği üzerine öğretmenliği bırakıp, "20. Asır" adlı akşam gazetesini kurdular. Gazetecilik yaşamına "Asrın Öyküleri" başlığı altında başladı. İmzasız Yazıları beğenilince Server Bedi takma adını kullanmaya başladı. 1921 de Son telgraf gazetesinde yazmış, oradan da Tasvir-i Efkâr'a geçmiştir, Daha sonra Cumhuriyet gazetesinde fıkra ve makalelerinin yanısıra, roman da tefrika etmiştir.
80 kadar olan bu eserler arasında; Cumbadan Rumbaya (1936) romanıyla, Cingöz Recai polis hikâyeleri dizisi en ünlüleridir. Ayrıca ders kitapları da yazdı. Peyami Safa'nın fıkra ve makalelerinde sağlam bir mantık dokusu ve inandırıcılık görülür. Romanlarında olaydan çok tahlile önem vermiştir. Toplumumuzdaki ahlâk çöküntüsünü, medeniyetin yarattığı bocalamayı, nesiller ve sosyal çevreler arasındaki çatışmayı dile getirdi. Zıt kavramları, duygu ve düşünce tezadını ustaca işledi. -->
1961 27 Mayıs'tan sonra "Son Havadis" gazetesinde yazmaya başlamıştır. O sırada Erzurumda yedek subaylığını yapan tek oğlu Merve'nin ölüm haberini alan Safa büyük sarsıntılar ve buhranlar geçirip, iki üç ay sonra 15 Haziran 1961'de İstanbul'da vefaat etmiştir.

Hikâye
Bir gencin hayatı (1921)
Gençliğimiz (1922)
Siyah Beyaz Hikâyeler (1923)
İstanbul Hikâyeleri (1923)
Aşk Oyunları (1924)
Süngülerin Gölgesinde (1924)
Ateşböcekleri (1925)
İki Öksüz Arkadaş


Roman
Mahşer (1924)
Bir Akşamdı (1924)
Sözde Kız (1925)
Canan (1925)
Şimşek (1928)
Dokuzuncu Hariciye Koğuşu (1931)
Atilla (1931)
Fatih - Harbiye(1931)
Bir Tereddüdün Romanı (1933)
Biz İnsanlar (1947)
Matmazel Noraliya'nın Koltuğu (1949)
Yalnızız (1951)

Oyun
Gün Doğuyor (1937)
Düşünsel Yapıtlari
Zavallı Celal Nuri Bey (1914)
Büyük Avrupa Anketi (1938)
Türk Inkılâbına Bakışlar (1938)
Felsefî Buhran (1939)
Millet ve İnsan (1943)
Mahutlar (1959)
Sosyalizm (1961)
Mistisizm (1962)
Nasyonalizm (1962)
Doğu - Batı Sentezi (1963)
Nasyonalizm - Sosyalizm - Mistisizm (1968)
Osmanlıca - Türkçe - Uydurmaca (1970
(kaynaklar; vikipedia.org, kimkimdir.gen.tr)

Kanun Önünde


Kanun önünde bir kapıcı durmaktadır. Bu kapıcıya taşradan bir adam gelir, kanundan içeri girmek ister. Ama kapıcı, kendisini şimdilik içeri koyveremeyeceğini söyler. Adam düşünüp taşınır, ileride girip giremeyeceğini sorar: 'Belki', der kapıcı 'ama şimdi giremezsin.' Kapı her zamanki gibi açık durduğundan ve Kapıcı o sırada kenara çekildiğinden adam eğilir ve kapıdan içeri bakmak ister. Bunu fark eden Kapıcı gülerek der ki: 'Madem bu kadar istiyorsun, olmaz dememe aldırma, bir dene bakalım. Ancak unutma ki, ben güçlü bir kapıcıyım ve kapıcıların da yalnızca en küçüğüyüm. Ama her salon başında bir başka kapıcı vardır, biri de ötekinden güçlüdür. Daha üçüncüsünü görmeye ben bile dayanamam.' Taşralı adam böylesi güçlüklerle karşılaşacağını ummamıştır. Nihayet 'kanun kapısı herkese ve her vakit açık bulunması gerekir', diye düşünür. Ama üzerindeki kürk paltoyla Kapıcı'yı daha bir dikkatle süzüp onun iri ve sivri burnunu, uzun ve seyrek kara tatar sakalını görünce, en iyisi giriş iznini koparıncaya kadar beklemeye karar verir. Kapıcı bir tabure uzatır adama ve onu kapının yanıbaşına oturtur. Günler ve aylar boyu burada oturur adam. Pek çok kez içeri koyverilsin diye uğraşır, yalvarıp yakarmalarıyla usandırır Kapıcı'yı. Kapıcı, adamı sık sık küçük çapta sorgulamalardan geçirir; ona yeri yurdu ve daha başka konularda sorular sorar, ama büyük kişilerinki gibi bir kayıtsızlıkla sorulan sorulan sorulardır bunlar ve her sorgulamanın sonunda Kapıcı, adama henüz kendisini içeri koyveremeyeceğini yeniden açıklar. Bu yolculuğa koyulurken yanına bir sürü şey alan adam, Kapıcı'yı rüşvetle kandıracağım diye, pek değerli olmalarına bakmayarak bunların tümünü çıkarır elden. Hani Kapıcı verilenlerin hepsini alır, ama bir yandan da: ' Bunları alıyorum ki, bak şu yola da başvuracaktım, unuttum sanmayasın' der. Taşralı Adam yıllar yılı, neredeyse aralıksız, gözetler durur Kapıcı'yı. Öteki kapıcıları unutur da bu ilk kapıcıyı kanundan içeri girmesine tek engel gibi görür. Onu karşısına çıkaran uğursuz rastlantıya ilk yıllar yüksek sesle lanetler savurur; derken yaşlanır giderek, kendi kendine homurdanıp söylenir. Zamanla çocuklaşır ve yıllar yılı Kapıcı'ya bakıp dururken, onun paltosunun kürk yakasındaki pireleri de keşfettiğinden, pirelere bile kendisine yardım etmeleri, Kapıcı'nın gönlünü yapmaları için dil döker. Sonunda gözlerinin feri zayıflar; çevresinin gerçekten mi karanlığa gömüldüğünü, yoksa sadece gözlerinin mi kendisini yanılttığını bilemez olur. Ama buna karşılık bir parıltı fark eder karanlıkta; öylesine bir parıltı ki, bütün görkemiyle kanun kapısından dışarı vurmaktadır. Artık pek bir ömrü kalmamıştır adamın. Ölmeden önce, kapı önünde geçen bütün zaman içindeki yaşantıları kafasında toplanıp şimdiye kadar Kapıcı'ya sormadığı bir soruya dönüşür. Giderek taşlaşa vücuduyla doğrulup kalkamadığından, Kapıcı'ya el eder. Aradaki boy farkı zamanla Taşralı Adam aleyhine bir hayli değiştiğinden, adama doğru iyice eğilmek zorunda kalır Kapıcı: 'Hala nedir öğrenmek istediğin bakalım? ' diye sorar. 'Amma da açgözlüymüşsün!' der. Adam bunun üzerine: ' Benim bildiğim herkes kanuna varmak için çaba harcar. Peki, nasıl oluyor da, bunca yıl benden başkası girmek istemedi bu kapıdan?' diye sorar. Kapıcı, adamın artık son anlarını yaşadığını görür. Onun gittikçe sağırlaşan kulaklarına sesini işittirebilmek için var gücüyle haykırır: 'Bu kapıdan senden başkası giremezdi, çünkü yalnız senin içindi kapı. Gideyim de kapayayım artık.'

Kedi Ve Fare

öf dedi fare. dünya da günden güne daraliyor. ilkin bir genisti ki, korktum, kostum ileri, uzakta sagli sollu duvarlari görür görmez dünyalar benim oldu. ama bu uzun duvarlar da bir çabuk birbirlerine dogru ilerliyor ki, en son odadayim iste; orada, kösede de kapan duruyor, gide gide kisilacagim kapana. kedi: sen de öyleyse yönünü degistir, dedi ve fareyi kedi yedi.

Aforizmalar


Dünyada korku, acı ve yalnızlığın varlığını algılayabiliyor, ama bunları da yüzeye sürtünüp geçerlermiş gibi bulanık olarak anlayabiliyoruz...Bütün öbür duyguları yok sayıyor; bizim duygu olarak nitelendirdiklerimizi, kuruntu, peri masalı anılarımızın ve bilgilerimizin yansıması olarak görüyoruz.çünkü duygularımız, bırakalım olayların karşısına çıkmayı, onlara yetişemiyorlar bile. Akıl almaz bir hızla, kışlar gibi gelip geçen olaylardan önce ya da sonra yaşıyoruz duyguları; onlar düşsü duygulardır ve sadece bizimle sınırlıdırlar. Gece yarısının ıssızlığında yaşıyoruz, gündoğumunu ve günbatımını doğuya ve batıya dönerek hissediyoruz... Arşimet noktasını buldu, ama kendisine karşı kullandı onu; anlaşılan bu koşulla keşfetmesine izin verilmişti.

Franz Kafka - Biyografi


3 Temmuz 1883 yılında doğan Franz Kafka, Praglı bir yahudiydi. Yahudi olduğu için Almanlar tarafından sevilmiyor ve Almanca konuştuğu içinse Çek'ler tarafından hor görülüyordu. İriyarı ve sağlıklı babası Hermann Kafka içinse, Kafka ancak bir böcekti. Tüm çocukluğu boyunca kendisini "hiçbirşey'' gibi hisseden Kafka, bir yetişkin oldugu zamanda bu düşüncesinden vazgeçmedi. Babasıyla başlayan otorite fobisi onun hemen hemen tüm kitaplarına sızmıştır. Otorite karşısında, zaten zayıf olan bedeninin iyice küçülmeye, yok olmaya başladığına inanır. Bu düşünce Kafka’yı ömür boyu bırakmadı.
Baba’ya Mektup niçin yazıldı? Ailede Kafka’nın üzerinde otorite sahibi olan kimse diğer Yahudi tüccarlardan farkı olmayan baba idi. Kafka ile babası arasında hep bir uzaklık, anlamama olmuştur. Babası onunla yeterince ilgilenmemiş, oğluna anlayamadığı emirler vermekten çekinmemiştir. Bununla beraber babasının zihniyeti (özellikle basit çıkarcılığı), işyerini her şeyden önde görmesi Kafka’nın babasından soğumasında önemli etkenlerden. Baba kavramının Kafka için her şeyin ölçüsü, ataerkil dünya düzeninin simgesi olduğu söyleniyor
Albert Camus'nün taş olmak istemesi gibi Kafka da, kara saplanmış yararsız bir odun parçası olmak ister. Ona göre ne kadar küçük ve basit bir yaşamı olursa o kadar mutlu ve sorunsuz olacaktır. Çünkü bir insan olarak yaşamak ve doğru yolda ilerlemek hemen hemen imkansızdır. Şöyle gerekçelendirir bu durumu; "Doğru yol yerden bir karış yüksekte bulunan gergin bir ip gibidir. Fakat bu ip, üstünde yürümek için değil de insanın ayağının takılıp tökezlenmesi için vardır ancak..''
Kendi aşağılık kompleksleriyle yoğurduğu bir iç dünyası vardır Kafka'nın. Kendi bedeninden değil hoşnut olmak, tiksinmektedir nerdeyse. Bir başyapıt sayılan Değişim'in efsanevi ilk cümlesi şöyledir: "Gregor Samsa bir sabah korkulu bir düşten uyanınca, yatağının içinde kendini korkunç bir hamamböceği olarak buldu...''
Böcek Samsa bir süre utanç dolu ve anlamsız bir yaşam sürdükten sonra pis ve yalnız bir şekilde ölür. Kafka bu tür bir ölümün kendisi için de olası bir son olduğuna inanır. Hayvanların ağzından anlattığı birçok öyküde kendi komplekslerini ve korkularını yansıtır. İnsan olmanın korkutucu yönlerini anlatır. Bir Akademi İçin Rapor' adlı öykü bir maymunun ağzından anlatılır. Maymun nasıl insan olduğundan bahsederken bunun hiç de zor olmadığını söyler ve hayvanat bahçesindeki kafesinden insanları izlerken şöyle düşündüğünü anlatır; "Demek bu adam ya da adamlar serbestçe hareket etmekteydiler. Hiç kimse, eğer kendileri gibi olursam demir parmaklıkların açılacağına ilişkin söz vemıiyordu bana.. ama... insanları taklit etınek ne kadar kolaydı! Daha ilk günlerde tükürmesini öğrenmişti...''
Üstünde katlanılmaz bir ağırlığı olan babasından uzaklaşmak ve kendi başına varolabilmek adına evlenmek ve bir aile sahibi olmak istedi Kafka. Fakat onun gibi kompleksler içinde yüzen bir adamın altından kalkabileceği bir iş değildi bu. Kadınlarla mektuplaşmaktan başka birşey yapamadı. Bu yolla cinsel ilişki kurmak imkansız olduğu için hiçbir zaman çocuk sahibi olmadı.
İlk büyük aşkı Felice Bauer'di(1887-1960). Hayatı boyunca onunla iki kere nişanlandı. Ve beklendiği gibi mektuplaşmak öte pek bir ilişkileri olmadı. Mektuplaştığı dört kadın arasında en ciddi ve önemli olanın Milena Jesenska'ydı. Milena'yla mektuplaşmaları önce bir arkadaşlık gibi başladı, daha sonra tutkulu bir aşka dönüştü. Fakat Milena evli olduğundan bu mutsuz ve imkansız aşk Kafka'yı derin acılara sürükledi.

Mektuplaştıkları üç yıl boyunca sadece iki üç kez görüşebildiler ve bu görüşmeler Kafka'yı üzmekten başka bir işe yaramadı, yine de onun yaratıcılığını olumlu yönde etkilediği rahatlıkla söylenebilir. Daha sonraları edebiyat tarihinin güzide eserlerinden biri sayılacak olan "Milena'ya Mektupları"da Kafka şöyle dile getirir durumunu; "En çok seni seviyorum diyorum ama gerçek sevgi bu değil sanırım, sen bir bıçaksın, ben de durmadan içimi deşiyorum o bıçakla dersem, gerçek sevgiyi anlatmış olurum belki..."
Milena bu mektupları 1939 yılında yayınlaması için yakın arkadaşı Willy Haas'a verdi ve kendisi 17 Mayıs 1944'te Almanya'da toplama kampında öldü.
Kafka Prag'da hukuk öğrenimi gördükten sonra işçi Kaza Sigortasında memur olarak çalışmaya başladı. Artık "Doktor Kafka''ydı ve hep istedigi gibi sıkıcı fakat güvenli bir hayata kavuşmuştu. Gündüzleri sıradan bir memur gibi işine gidiyor, geceleri ise ölümden bile derin bir uykuya benzettigi yazma işinde yoğunlaşıyordu. Avrupa'nın çalkantılı hali onun öykülerini gittikçe karanlıklaştırdı. İnsanın kurtuluşuna olan inancı azaldıkça daha çok yazmaya başladı. "Şato", "Dava", "Amerika" hep bir arayışın romanı oldular. Arayışın fakat bulamamanın desek daha doğru olur herhalde, zira bitmeyen romanlar konusunda Kafka külliyatı oldukça zengin.
Tüm karamsarlığına rağmen Kafka'nın romanlarında her zaman bir ümit ışığı görmek mümkündür. "Dava"nın yüzlerce sayfa boyunca suçunu öğrenmek için çırpınıp duran zavallı kahramanı K., sonunda idam edilir. Fakat infaz sırasında karşı binanın penceresinden ışıklar içerisinden bir adam çıkar ve K.'ya doğru kollarını uzatır. Elle tutulur bir yararı olmayan, zayıf bir umuttur ama, bir umuttur işte ve insanın sahip olduğu biricik şeyde budur aslında...
Kafka az olan arkadaşları arasında en çok .Max Brod'u severdi. Bir gün çömez yazar Gustav Jarmouch yanına gelip ''Bugün ışıl ışılsınız Herr Kafka" dediğinde verdiği cevap şöyle oldu; ''Dün Max ve karısıyla yemekteydim. Dostlarının gözlerindeki ışık üstüme sinmiş olmalı..."
Katka dostu Max'ten, ölümünden sonra yazdıgı her şeyi yakmasını istedi. Yazdıklarının gereğinden fazla kişisel ve değersiz olduğunu düşünüyordu. Tabii Max onunla aynı fikirde değildi ve Kafka'nın ölümünden sonra, karışık halde bulunan binlerce sayfa metni toplayıp düzenleyerek yayınladı. (Yani bir Kafka yazısı yazarken Max Brod'u da saygıyla anmak gerekir.) ,
1917 Ağustosu'nda başlayan kanlı öksürükler Franz Kafka'yı yedi yıl sonra Viyana yakınlarında bir sanatoryumda öldürdü. Ölürken tuhaf bir huzur içindeydi. Belki de yanında kendisinden oldukça küçük bir kadın olan Dora Diamant olduğu içindi bu, öyle ya ilk defa mektup yazmadan konuşabileceği bir kadına sahipti ama ne acı ki ölmek üzere olan bir adam için bunun fazla bir değeri yoktu.
Yemek yeme acı veriyordu ve o da taslaklarını yazdığı "Açlık Cambazı" öyküsünün kahramanı gibi aç kalmayı dolayısıyla ölmeyi seçti. İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra çok ünlenen Kafka, yazın tarihi içinde karanlık, derin ve görkemli bir yer edindi.

(alıntıdır; kimkimdir)

Macbeth

Lady Macbeth: Dunca'nın hisarlarından içeri girişini, uğursuz uğursuz haykırarak haber veren kuzgunun bile sesi kısılmış. Kanlı niyetlere hizmet eden ruhlar! Gelin beni burada kadınlığımdan sıyırında tepeden tırnağa, ağız ağıza zalimliklerin en müthişiyle doldurun! Kanımı dondurun, şefkatin yolunu tıkayın ki, geçmesinde zaman zaman gönderdiği pişmanlık korkunç kararımı sarsmasın, sonuyla onun arasına girmesin. Ey cinayet elçileri, görünmez cisimlerinizle her nerede tabiata zarar vermeye bakıyorsanız, buraya, şu kadının göğsüne gelin, sütümü zehire çevirin! Gel, karanlık gece, cehennemin en koyu dumanına bürün ki bıçağım açtığı yarayı görmesin; Gökte karanlığı aralayıp bakarak, "Dur! Dur!" diye haykırmasın.

Shakespeare

Ruj Lekesi

Ruj Lekesi
"Saçmalık bu!" Bilgi dediğiniz, yükseklerden bakan düzenbaz miyopların "sorumsuzca çöplenelim, yedikçi şişinelim ve sonuçta karşımıza çıkan bilgi heveslisi gençler üzerinden ego'larımızı tatmin edelim" diye önümüze sürdükelri leziz tatlarla dolu bir mönüden başka nedir ki? Dadacılar avangart sanat tarihinde, Sec Pistols rock tarihinden, Paris Komünü ise sosyalist mücadeler tarihinden izler taşıyan birer akım; Sitüasyonist Enternasyonal hareket de kolej mezunu radikallerimizin kendi imglerini düşererek avundukları yalın bir ayna değil midir? Karl Marx'ın Kaharistlerle, Hasan Sabbah'ın Slits'de kendini işçi sınıfının davasına adayan sevgili Rosa Luxenburg'un aşkla, Adorno'nun Lettrist Enternasyonal'le ne gibi bir alakası olabilir? Çağlar "gerisinde, üstünde, altında, yanında kalmak için" değil midir?" "Zamansız bir alemde devinip duran çaları önüne ve içine almanın " ne gereği var? Bilgi diye sunulagelmiş çöplüğün içinde ziyafete dalan domuzcuklar gibi haz duyarak gevşemek varken bu zevklik yoksa Slits'in bir konser esnasında kanlı adet bezlerini hayranlarının suratına fırltamasıyla mı? 12. yüzyılda Balkanlar'da doğan bir sapkınlığın Alman İşçi Konseylerini kucaklayıp Strasbourg'u dolaştıktan sonra Das Kapital'den aldığı feyzle Johny Rotten'ın gırtladığında patlaması nasıl bir tarih ola ki? Nasıl olur da Kronstadt direniçilerinin nefesi Lora Logic'in dudaklarında ahenkle çınlamaya başlar? Efendim, sütunları kaldırtacağınız söylentileri çalkalanıyor şehirde. Acımalısınız bize, bize acımalısınız. Çünkü biz, sizin tebanız, o sütunlar üzre var oluyoruz''. Greil Marcus hiç acımıyor. Sahih bir efendiye yaraşanı yapıyor! Yüzlerce yıldır en katıksız umutlarımızı istismar eden işaret levhalarının bulunduğu sütunları yerle bir ettiği gibi, bu levhaları da eriten alevler püskürterek kendi bildiği tarihi yazıyor. Bu tarih, efendininköleleştirdiği tebasına döktüğü timsah gözyaşlarını hiç kaale almıyor. Bu tarih, ne aşağıdan yazılıyor ne yukarıdan. Yalnızca içten, yalnızca gönülden. Ne aşağı kalıyor ne yukarı. Ne teba ne efendi! Bize düşense, hiç değilse Sex Pistols ile Slits' in birer kasetini ele geçirdikten sonra kitabı açmak; ama açmadan önce, kitabı şarap şişesinden çekilen okkalı bir yudum eşliğinde ve mutlaka bir tutam Hayyam ile çalkalamak oluyor. Evvelki gün içinizde bir midyenin barındırdığı kadar olsun can olmadığını hissetmiş olsanız bile ertesi gün uyandığınızda bir türkü mırıldanmaya başlayacağınıza emin olabilirsiniz.
Ruj Lekesi - Greil MARCUS
"Babalar-analar bir gün çocuklarının elinden tutup onlara ’Bitki Bahçesin’ndeki ’ağacı’ göstermeye gidecekler. Baba bilgiç bilgiç, ’ gördün mü?... Bu işte ağaç... Bak bu lahana... Hani akşam yemeğindeki sarı haplar var ya, bundan yapılır işte’ diyecek... Çam ağacına bakıp ’Aaa bak bu da kavak ağacı mı ne...’ dediğinde çocuk ’Baba dokunsam beni yer mi?...’ diye soracak..." Bekir Coşkun Hürriyet / 8 Şubat 2004

1854 yılında ABD Başkanı Franklin Pierce’in Kızılderililerin reisine topraklarını satmaları için yazdığı mektuba Reis SEATTLE’ın verdiği yanıt

"Gökyüzünü, toprağın sıcaklığını nasıl satın alabilirsiniz ya da satabilirsiniz? Bunu anlamak, bizler için çok güç. Bu toprakların her parçası halkım için kutsaldır. Çam ağaçlarının pırıldayan iğneleri, vızıldayan böcekler, ak kumsallı kıyılar, karanlık ormanlar ve sabahları çayırları örten buğu, halkımın anılarının ve geçirdiği yüzlerce yıllık deneyimlerin bir parçasıdır. Ormanların, ağaçların damarlarında dolaşan su, atalarımın anılarını taşır. Biz buna inanırız. Beyazlar için durum böyle değildir. Bir beyaz ölüp, yıldızlar evrenine göçtüğü zaman, doğduğu toprakları unutur. Bizim ölülerimiz ise doğduğu toprakları unutmaz. Çünkü Kızılderili, gerçek anasının toprak olduğunu bilir. Washington?daki Büyük Beyaz Reis bizden toprak almak istediğini yazıyor. Bu bizim için çok büyük bir özveri olur. Büyük Beyaz Reis, bize rahat yaşayacağımız bir yerin ayrılacağını, bize babalık edeceğini, biz Kızılderililerinse, onun çocukları olacağımızı söylüyor. Bu önerinizi düşüneceğiz ama; yine de önerinizi kabul etmemizin kolay olmayacağını itiraf etmek zorundayım. Çünkü; topraklar bizler için kutsaldır. Derelerin ve ırmakların suyu, bizim için, yalnızca akıp giden su değildir; atalarımızın kanıdır aynı zamanda. Bu toprakları size satarsak; bu suların ve toprakların kutsal olduğunu çocuklarımıza öğretmemiz gerekecek. Biz, dereleri ve ırmakları, kardeşimiz gibi severiz. Siz de aynı sevgiyi gösterebilecek misiniz kardeşlerimize? Biliyorum; beyazlar bizim gibi düşünmezler. Beyazlar için bir parça toprağın ötekinden ayrımı yoktur. Beyaz adam, topraktan almak istediğini almaya bakar ve sonra yoluna devam eder. Çünkü toprak, Beyaz adamın dostu değil, düşmanıdır. Beyaz adam, topraktan istediğini alınca başka serüvenlere atılır. Beyaz adam anası olan toprağa ve kardeşi olan gökyüzüne, alınıp satılacak, işlenecek, yağmalanacak bir şey gözüyle bakar. Onun bu ihtirasıdır ki; toprakları çölleştirecek ve her şeyi yiyip bitirecektir. Beyaz adamın kurduğu kentleri de anlayamayız biz Kızılderililer, bu kentlerde huzur ve barış yoktur. Beyaz adamın kurduğu kentlerde çiçeğin taç yapraklarını açarken çıkardığı sesler, bir kelebeğin uçarken çıkardığı kanat sesleri duyulmaz. Belki vahşi olduğum için anlamıyorum; ben ve halkım için önemli olan şeyler oldukça başka. İnsan; bir su birikintisinin çevresinde toplanmış kurbağaların, ağaçlardaki kuşların ve doğanın seslerini duymadıkça, yaşamın ne anlamı, ne değeri olur? Biz Kızılderiliyiz ve anlayamıyoruz. Biz Kızılderililer, bir su birikintisinin yüzünü yalayan rüzgârın sesini ve kokusunu severiz. Çam ormanlarının kokusunu taşıyan ve yağmurlarla yıkanıp gelmiş meltemleri severiz. Hava önemlidir bizler için. Ağaçlar, hayvanlar ve insanlar aynı havayı solur.Beyaz adam için bunun da önemi yoktur. Ancak size bu toprakları satacak olursak; havanın temizliğine önem vermeyi de öğrenmeniz gerekecek. Çocuklarınıza havanın temizliğine önem vermek gerektiğini öğretmelisiniz. Hem nasıl kutsal olmasın hava? Atalarımızın doğdukları gün ilk soluklarını; ölürken de son soluklarının bu havayla solumuşlardır. Toprak satmamız için yaptığınız öneriyi inceleyeceğim. Eğer önerinizi kabul edecek olursak; bizim de bir koşulumuz olacak. Beyaz adam, bu topraklar üzerinde yaşayan tüm canlılara saygı göstersin. Ben bir vahşiyim ve başkaca düşünemiyorum. Yaylalarda cesetleri kokan binlerce yaban sığırı gördüm. Beyaz adam, trenle geçerken vurup vurup öldürüyor. Dumanlar püskürten demir atın bir yaban sığırından daha değerli olduğuna aklım ermiyor. Biz Kızılderililer, yalnızca yaşayabilmek için öldürürüz hayvanları... Tüm hayvanları öldürecek olursanız, nasıl yaşayabilirsiniz? Canlıların yok edildiği bir dünyada, insan ruhu yalnızlık duygusundan ölür gibi geliyor bize. Unutmayın; bugün canlıların başına gelen, yarın insanın başına gelecektir. Çünkü, bunlar arasında bir bağ vardır. Şu gerçeği iyi biliyorum: Toprak insana değil, insan toprağa aittir. Ve bu dünyadaki her şey; bir ailenin bireylerini birbirlerine bağlayan kan gibi ortaktır ve birbirine bağlıdır. Bu nedenle de; dünyanın başına gelen her felaket, insanoğlunun da başına gelmiş demektir. Bildiğimiz bir gerçek daha var: Sizin Tanrınız, bizimkinden başka bir tanrı değil. Aynı Tanrının yaratıklarıyız. Beyaz adam, bir gün belki bu gerçeği anlayacak ve kardeş olduğumuzun ayrımına varacaktır. Siz, tanrımızın baka olduğunu düşünmekte özgürsünüz. Ama Tanrı, hepimizi yaratan Tanrı için, Kızılderili ile Beyazın arasında fark yoktur. Ve Kızılderili gibi Tanrı da, toprağa değer verir. Toprağa saygısızlık, Tanrının kendisine saygısızlıktır. Beyaz adamı bu topraklara getiren ve ona, Kızılderiliyi boyunduruk altına alma gücü veren Tanrının yazgısını anlamıyorum. Tıpkı, yaban sığırlarının öldürülüşünü, ormanların yakılışını, toprağın kirletilişini anlamadığım gibi... Bir gün bakacaksınız; gökteki kartallar, dağları örten ormanlar yok olmuş yaban atları evcilleştirilmiş ve her yer, insanoğlunun kokusuyla dolmuş. İşte o gün, insanoğlu için yaşamın sonu ve varlığını sürdürebilme savaşının başlangıcı gelip çatmış olacak."
Ödenmeyen vergilerin cezaları ve faizleri dondurulmuş. Tespit edilen borç 18 takside bağlanmış... Ne güzel... Peki vergisini gününde, aynen ödeyen vatandaş bu sırada kendini Kral Midas gibi hissetmiş mi?... Türkiyede uyanık olan hep kazanıyor... İlker’in yazısını okuyorum... Kulakları uzayan yüzlerce Midas, arabalı kuyruğunda paşa paşa sıraya gşrmiş bekliyor. 34 Y 6417 plakalı BMW bunların hiç birini umursamadan gelip en ön sıraya geçiyor ve vapura giriyor. Onlarca gemi görevlisi, daha fazla trafik polisi seyirci... Çünkü bu ülke primi hep uyanıklara verir. Okur faksı... Ankara’da maça girmek için saatlerce kuyrukta bekliyor Geç gelen bir uyanık grup, anlıyor ki giremeyecek. Bir olay çıkarıyorlar, dandik kuyruk karışıyor. Polis geliyor, herkesi dağıtıyor. Tam gişe önündeyken "dağılın" emri alan delikanlı ortalık yatışıp yeni kuyruk oluşunca bakıyor ki, en arkada kalmış... Uyanık maça girerken, erkenden yollara düşüp saatlerce sırasını bekleyen genç eve dönüyor...Kulakları iki misli uzamış olarak... Maça ilgi az... Sırf kulüplerine destek olmak için gelip bilet alıp içeri girenler, daha beşinci dakika oynanırken bakıyorlar ki kapılar açılmış. Beleşçiler içeri alınmış...Peki onlar niye ödemişler?... Kulakları uzasın diye...ya içeri bedava alınanların kaçırdığı vergi... Hadi canım sende... Herşey bitti de, beleşçinin vergi kaçırdığı mı kaldı?.. Uygarlığın, kurala uyan saygılı vatandaş olmanın adını "Eşeklik" diye koyan bu ülkede yaşıyoruz... Seçim sizin... Ya uyanık olun, ya da... Estağfurullah!... (sabah, 07.02.2001)

Kitaplara Gözlerini kapatan, Kendine Karanlık Eder!...


Allah, insana okuyan göz vermiş. Bu sebepten insan okumak zorundadır. Okumazsa dengesi bozulur. Ben okumamaktan çok korkuyorum. Okumadığım zamanlar yaşamadığımı sanıryorum. Çünkü ölüler okumaz. Okumakla başkasının kültüründen faydalanıyorum. Akıllı insan başkasının aklından faydalanandır. Binlerce senedir, binlerce insan aklı, beyni, kültürü, kitaplarda toplanmış. En güzel arkadaş kitaptır.Nasıl ki midemiz gıda istiyor, beynin midesi de ilim ister. Midesini dolduranlar, beyin midesini aç bırakırsa, iç huzursuzluğu artar.Kur'an-ı Kerim'in "oku!" diye başlaması çok manidardır. Peygamber Efendimizin "Ben okuma bilmem" demesi üzerine "oku!" diye ısrar edilmesi de işin başka bir boyutudur. Okuyacağız...Her kitapta bir dünya gizlidir. O dünyaya girip o dünyada yaşamak insana çok iyi gelir." Canım okumak istemiyor " diyen canını sıkar. Can sıkıntısı da yanlış hareketlere sebebiyet verir. Pek çok kimse can sıkıntısını gidermek için yanlış yönlere sapar. Battıkça batar. Cennet gibi dünya, ona cehennem olur. İnsanda seçme duygusu vardır. Her şeyi seçip, iyiyi bulurken, okunacak iyi kitabı da buluruz. Ve daha güzel hayat yaşamaya başlarız. Kitap hayatı muhakkak güzelleştirir.Kur'an " oku " demiş. Peygamberler okumuş. Alimler okumuş. Okumayan kimseye biz başka ne diyebiliriz? Okumanın zorluğu kolaylı8ğı yoktur. Bu durumda okuyan okur, okumayan okumaz.Yalnız şunu bilmek lazım ki, Kitaplara gözlerini kapatan kendine karanlık eder.Sizlere bol kitaplı günler dilerim. Hekimoğlu İsmail

Aziz Nesin: Memleketin Birinde: İNSAN OLUN YAVRULARIM

Ana karıncayla baba karınca, yavru karıncalan çevrelerine toplamışlar, onlara karıncalık dersi veriyorlardı. Baba karınca, dersinin sonunu şöyle bitirdi:- Yavrularım! Hayatta karınca olmaya çalışın! Hiçbir zaman karıncalıktan ayrılmayın.Yavrular,- Nasıl karınca olalım? Karıncalığın yolları nelerdir?.. diye sordular.Baba karınca,- Kendinize bizi örnek alın, dedi. Biz ne yapıyorsak, sizler de onu yapın!Yavru karıncalar, baba karıncayla ana karıncaya baktılar. Onlar ne yapıyorlarsa öyle yaptılar. Yazdan yiyeceklerini toplayıp toprak altına yığdılar. Kışın uyudular. Zamanı gelince yumurtladılar.Baba karıncayla ana karınca, çocuklarını yine çevrelerine topladılar. Baba karınca onlara,- Yavrularım! dedi. Ben artık ölüyorum. Hepinizden memnunum. Hepiniz karınca oldunuz. Hiçbiriniz karıncalıktan ayrılmadınız. Hakkım helal olsun. Allah sizden razı olsun.* * *Baba balıkla ana balık, yavru balıkları çevrelerine toplamışlar, onlara balıklık dersi veriyorlardı. Baba balık, dersinin sonunu şöyle bitirdi: - Yavrularım! Hayatta balık olmaya çalışın! Hiçbir zaman balıklıktan ayrılmayın. Yavrular,- Nasıl balık olalım? Balık olmanın yollan nelerdir?.. diye sordular.Baba balık,- Bizi örnek alın, dedi. Anneniz ve ben nasıl yapıyorsak siz de öyle yapın!Yavru balıklar, ana balıkla baba balığa baktılar, onlar ne yapıyorlarsa öyle yaptılar. Denizde yüzdüler. Kendilerinden küçükleri yuttular, kendilerinden büyüklere yutuldular. Yumurtalar yapıp ürediler.Baba balıkla ana balık çocuklarını çevrelerine topladılar. Baba balık onlara,- Yavrularım! dedi. Artık siz yetiştiniz. Biz de rahat rahat ölebiliriz! Hepinizden memnunum. Hepiniz balık oldunuz. Hiçbiriniz balıklıktan ayrılmadınız. Emeklerimiz boşa gitmedi. Hakkım helal olsun. Allah sizden razı olsun.Yavru balıklar,- Biz çok bişey yapmadık, dediler, siz ne yaptınızsa biz de öyle yaptık...* * *Baba ördekle ana ördek, yavru ördekleri çevrelerine toplamışlar, onlara ördeklik dersi veriyorlardı. Baba ördek dersinin sonunu şöyle bitirdi:- Yavrularım! Hayatta ördek olmaya çalışın. Hiçbir zaman ördeklikten ayrılmayın. Yavrular,- Ne yapalım da ördek olalım? Ördek olmanın yolları nelerdir?.. diye sordular.Baba ördek,- Çok kolay, dedi. Bizi örnek alın. Anneniz ve ben ne yapıyorsak, siz de öyle yapın!Yavru ördekler, ana ördekle baba ördeğe baktılar. Onlar ne yapıyorlarsa öyle yaptılar. Vak vak diye sesler çıkardılar. Suda yüzdüler, karada yürüdüler. Çiftleştiler. Yumurtladılar, kuluçkaya yattılar, yavru çıkardılar.Baba ördekle ana ördek çocuklarını yine çevrelerine topladılar. Baba ördek onlara,- Yavrularım! dedi. Artık siz yetiştiniz. Hepiniz iyi birer ördek oldunuz. Hiçbiriniz ördeklikten ayrılmadınız. Emeklerimiz boşa gitmedi. Hakkımız helal olsun. Allah sizden razı olsun.Yavru ördekler,- Biz bişey yapmadık ki, dediler. Size 'baktık, siz ne yapıyorsanız, biz de onu yaptık...* * *Baba köpekle ana köpek, yavru köpekleri çevrelerine toplamışlar, onlara köpeklik dersi veriyorlardı. Baba köpek, dersinin sonunu şöyle bitirdi:- Yavrularım! Hayatta köpek olmaya çalışın. Hiçbir zaman köpeklikten ayrılmayın. Yavrular:- Ne yapalım da köpek olalım? Köpek olmanın yolları nelerdir?.. diye sordular.Baba köpek,- Çok kolay, dedi. Bizi örnek alın. Anneniz ve ben ne yapıyorsak, siz de onu yapın!Yavru köpekler, baba köpekle ana köpeğe baktılar. Onlar ne yapıyorlarsa öyle yaptılar. Havladılar. Bekçilik ettiler. Sadık oldular. Çiftleştiler ve yavruladılar.Baba köpekle ana köpek, çocuklarını yine çevrelerine topladılar. Baba köpek onlara,- Yavrularım, dedi. Siz artık yetiştiniz. Hepiniz iyi birer köpek oldunuz. Biz de ölüyoruz. Hepinizden memnunuz. Hiçbir zaman köpeklikten ayrılmadınız. Emeklerimiz boşa gitmedi. Hakkımız helal olsun. Allah sizden razı olsun.* * *Sığır, manda, hamsi, balina, deve, fil, yılan, koyun, yeryüzünde ne kadar baba hayvan ve ana hayvan varsa, yavrularına kendileri gibi olmaları, bunun için de kendileri ne yapıyorlarsa öyle yapmalarını söylediler.Yavru hayvanlar da baba hayvanla ana hayvana bakıp onların yolundan gittiler, sonunda iyi birer hayvan oldular. Baba hayvanla ana hayvan da ölürken, yavrularına memnunluklarını söylediler, haklarını helal ettiler.* * *Baba insanla ana insan, çocuklarını çevrelerine toplamışlar, onlara insanlık dersi veriyorlardı. Baba insan, dersinin sonunu şöyle bitirdi:- Yavrularım! Hayatta insan olmaya çalışın, hiçbir zaman insanlıktan ayrılmayın. Çocuklar,- Ne yapalım da insan olalım? İnsanlığın, insan olmanın yollan nelerdir?.. diye sordular.Baba insan,- Çok kolay, dedi. Kendinize bizi örnek alın. Anneniz ve ben ne yapıyorsak, siz de öyle yapın!Çocuklar, baba insanla ana insana baktılar, onlar ne yapıyorlarsa öyle yaptılar. Hepsi de tıpkı tıpkısına babalarına benzediler.Baba insanla ana insan çocuklarını yine çevrelerine topladılar. Baba insan onlara, - Yazıklar olsun! diye bağırdı. Hiçbiriniz bizim istediğimiz gibi yetişmediniz. Hiçbiriniz insan olmadınız. Hepiniz de insanlıktan uzaksınız. İnsanlıktan ayrıldınız. Artık ölüyoruz. Yazık oldu emeklerimize, boşa gitti. Bütün hakkımız haram olsun, Allah hepinizi kahretsin.Çocuklar şaşırdılar,- Peki ama, bize neden beddua ediyorsunuz? dediler. Biz yanlış bişey mi yaptık yoksa... Size baktık, sizi örnek aldık. Siz ne yaptınızsa, biz de onu yaptık...

Cengiz Aytmatov - Biyografi

İlk duyduğumuzda hepimize yabancı bir isim gibi gelir " Cengiz Aytmatov" oysa hepimiz onun bir eserini çok iyi biliriz " Selvi Boylum Al yazmalım " Kırgızların yaşayan en iyi yazarlarındandır Aytmatov. Kırgızistan'ın Şeker Kirovski köyünde Aralık 1928 yılında dünyaya geldi. İkinci dünya savaşı sırasında erkeklerin neredeyse hepsi savaşa katıldığı için genç yaşta omuzlarına büyük sorumluluklar yüklendi. Ekin devriminin yeni yeni yerleşmeye başladığı yıllar geçirir çocukluğunu. Ve o dönemlerde Kırgızistan Sovyetlere bağlı bir devlettir. Daha sonra Kırgızistan Tarım Enstitüsünü'nü bitirdi, Bişkek'de Veteriner Fakültesi’nden mezun oldu, Moskova Üniversitesi Edebiyat Fakültesi'nde okudu. 1957 yılında Sovyet Yazarlar Birliği'ne üye kabul edildi, Kırgız Pravdası gazetesinde muhabir oldu... Tarım Enstitüsü'nde okuduğu yıllarda ilk öykülerini yazmaya başlayan Aytmatov çocukluğundan beri gözlemlediği kendi deyimiyle " tipik insanlar"'ı öykülerinde ve büyük yapıtlarında anlatmaya başladı... Yapıtlarında yeni neslin bir çok yeniliği kabullenip yenibir hayat düzenine ayak uydurması eski neslinse bundan rahatsızlık duymasını bir milletin efsane, masal, hikaye, destan, edebi, ahlaki maddi ve manevi değerlere zenginliklere o kültürü bina eden evlatlarına yeniden hatırlatmaya çalıştı... Eski ve yeni nesil arasındaki çatışmaya psikolojik yönden baktı. Yapıtlarını Kırgızca ve Rusca kaleme aldı. Daha sonra "Dağlar ve Steplerden Masalları" adlı öykü kitabıyla dikkatleri üzerine çekti ve bu yapıtı 1963'te Lenin ödülüne layık görüldü. 1980 yılında yayımlanan " Gün Uzar Asra Bedel" yapıtıysa bir kaç yıl Rusya'da yasaklandı. Yapıtları 150 dile çevrildi. 1958'de Kırgız Yazarlar Birliği Prezidyumu üyeliğine, 1962'de de Kırgız Sinematografi İşçileri Birliği birinci sekreterliğine getirildi.
1966'da SSCB Yüksek Sovyet'i üyeliğine seçildikten sonra da 1967'de SSCB Yazarlar Birliği Yürütme Kurulu üyesi olan ünlü yazar, 1968'de Sovyet Devlet Edebiyat Ödülü’nü aldı. Son yıllarda politikaya da atılan Aytmatov, Kırgızistan Meclisi'nde Talas Bölgesi Milletvekilliğinin yanı sıra Kırgızistan 'ın Benelux Devletleri büyükelçiliğini de yapmaktadır. Uluslararası Cengiz Aytmatov Vakfı Onur Başkanlığı’nın yanı sıra “Diyalog Avrasya” dergisinin yayın kurulu üyeliğini de yapan Aytmatov, uluslararası diyalog çalışmalarıyla da tanınmaktadır.
Zorlu Geçit (1956)
Yüzyüze (1957)
Cemile (1958)
İlk Öğretmenim (1962)
Dağlar ve Steplerden Masallar (1963)
Elveda, Gülsarı! (1966)
Beyaz Gemi (1970)
Selvi Boylum, al yazmalım (1970)
Fuji Dağının Tepesi (1973)
Gün Olur Asra Bedel (1980)
Darağacı (1988)
Disi kurdun Rüyalari
Toprak Ana
Cengiz Han'a Küsen bulut
(Kaynaklar Patikalar, kimkimdir.gen.tr)

Gün Olur Asra Bedel

sokağın onu gölün ta kıyısına götürdüğünü kendiside neden sonra fark edebildi. Yedigey kıyıya varınca dayanamadı, kumun üstünde hışırdayan dalgalara yaklaştı. Karanlık perdesinin örttüğü gölün, uzaklardan kıvrım kıvrım, ansızın oluşan, sonra kıyılarda parçalanan dalgaların sırtlarındaki belli belirsiz parıltılardan, yerli yerinde durduğu anlaşılıyordu. Tanyeri henüz ağardığı için, gökyüzünde, bulutun arkasında ay tek başına leke gibi gözüküyordu.__ Merhaba, Aral gölü! diye fısıldadı Yedigey.
Oradaki taşlardan birinin üzerine oturdu, hastalığı süresince sigara içmesini doktor yasakladığı halde çıkarıp bir sigara tüttürdü. Bu kötü alışkanlıktan, sonraları bütün bütüne kurtulacaktı. Sigara yakmasının nedeni heycanlanması, belki de geleceğin bilinmezliğine birde sigara dumanı eklemek isteğiydi....Yedigey sonradan anladığına göre, ancak bir çölün büyüklüğü kendi ruhunun enginliğiyle kıyaslayabilenler Sarı Özek bozkırının sessizliğiyle baş başa kalabilrlerdi.Zamanın akışını ölçercesine güneş başlarının üstünden karış karış yükseldikçe onun zihnide eski günlere gidip geliyordu.

23 Şubat 2008 Cumartesi

Kendi Kendine Konuşmaktır Aşk


Cezmi Ersöz
...(Kitaplığa yönelir, amaçsızca elini kitapların üzerinde gezdirir; bir kitap alır, sonra usulca tekli koltuğa gelir oturur; sakin görünmektedir. Tane tane ve vurgulu...) “Gelecek Uzun Sürer...” Ne kitaptır ama! Fransız filozof Althusser’in yaşam öyküsü... Kendi ağzından kendisiyle kıran kırana yüzleşmesi... ( Sessizce kitabın sayfalarına bakarken, birden başını kaldırır.) Hiç sonuna dek kendini sorguladın mı sen? ( Bu söz canını sıkmıştır,’Adam sende’ hareketi yapar, yine kitaba döner.) Adam nevrotik... Ben de nevrotik miyim acaba? O da tek eşli olamıyor mesela... Tuhaf bir bağlılık duyduğu ve tek güvendiği Helen’i çeşitli kadınlarla aldatıyor... (Kitabı karıştırır, içinde bir şey arıyordur.) Kitabın bir yerinde çok harika bir cümle geçer; aslında ne kadar da beni yansıtır o cümle... (Bulamaz aradığı cümleyi.) Dur bakayım neydi? Tam olarak hatırlayabilecek miyim ki? Hımm... Şöyleydi sanırım: “Geleceği serbestçe (yani yedeklerin güvencesi olmadan) karşılama cesaretini gösteremedim.” Yedek oluşturma eğilimini annesinin baskıcı kişiliğine bağlar sonrada... Althusser’in annesiyle benim annem ne kadar da birbirine benziyor aslında! Kitaptaki en çarpıcı öykü ise, toplama kampında ona her gün düzenli olarak verilen yiyeceklerin bir kısmını, ’Ne olur ne olmaz belki bir gün yemek vermeyi keserler de aç kalırım,’ diye toprağın altına gömmesi... Bir süre sonra toprağın altına baktığında ise, hepsinin kokmuş olduğunu görür. Sen de kadınları bir gün yalnız kalırım diye hep toprağın altına gömdün. Bir gün lazım olurlar bana diye... Sonra gerçekten onlara ihtiyaç duyduğunda baktın hiç biri yok....Sonunda Helen2i boğmuştu Althusser... Ne tuhaf bir durum, Tanrım! Düşünsene yıllarca katilinle sevişiyorsun...Yanlış bir hayat doğru yaşanmıyor! Zavallı Helen! Yaşamı boyunca acılar çekiyor ve hemen aynısını Althusser’e çektiriyor... Ya sen; sen?! Sen hayatında bir şeye sonuna kadar inanadın mı hiç? Kaçma! Cevap ver!. (Sıkıntılıdır, kalkıp salonda dolaşmaya başlar.)(Işık söner.) Kaçımuyum bilmiyorum ama bildiğim bir şey var; ben bu hayatla hiç uyum sağlayamadım... Hatırlar mısın, milli bayramlarda, okul idaresi, öğretmenlerimiz; ailemizin bizlere tören elbisesi diktirmesini isterlerdi... Ailemin durumu iyi olduğunda, bana tören elbisesi diktirirlerdi... İşte ben o senelerde, durumu nispeten iyi olan öğrencilerle beraber kortejin önünde yürürdüm ama aklın hep arkadaki yoksul çocuklarda olurdu... Kendimi bulunduğum yere ait hissedemezdim. Zaten bir yere ait olmak hep rahatsız ederdi beni...Bir sonraki sene ailemin durumu iyi olmaz, tören elbisesi yaptıramazlardı... Ben de o yıl, en arkadaki yoksul çocuklarla yürürdüm. Saçları sıfır numara, bedenleri şekilsiz, düşe kalka yürürlerdi... Onlarla birlikteyken garip bir öfke ama bir o kadar da eziklik duyardım... Önde yürüyenlerin yanına koşup “Arkadan gelenlerin farkında mısınız? Ne kadar duyarsızsınız!” diye bağırmak gelirdi içimden... Ama yapamazdım... Ardımızdan bir toz bulutu kalkardı... Acı bir ter kokusuyla karışık... Yoksulluğun kokusu...... Yarın bir adaya gidiyorum. Çevremde kimsenin bilmediği ıssız bir adaya... Sığınacak korkularımı yatıştıracak, beni hiç sorgulamadan bsğışlayacak kimselerin olduğu bir adaya... Sadece başıboş rüzgarların yaşadığı dağlarla çevrili ıssız kumsalda adımı haykıracağım... Orada ne insanların duygu ve düşüncelerini altüst edecek kitaplar, ne oyunlar, ne şarkılar, ne de dünyanın en romanesk devrimi olacak... Orada sonsuzluğa bakıp ve kimseden yardım istemeden, “kimim ben?” diye soracağım...(Yazının son kısmı Elifin sesiyle verilir, ...)Eğer ben sadece iyi kalpliliği oynayan ebedi bir hayat kaçkınıysam, içim ölmüşse ve eğer buna gerçekten inanırsam, beni bir daha hiç göremeyeceksin... Eğer senin düşündüğün gibiyse, şunu iyi bil ki bir gün mutlaka sana geri dönerim! (Sinan seyirciye dönüp yılgın ama huzurla gülümser.)...
KendiKendineKonuşmaktırAşk

10 Şubat 2008 Pazar

Beyaz Gemi


... Ama durmadın gittin. Hiçbir zaman balık olamayacağını biliyor muydun? Isık-Göl'e kadar yüzemeyeceğini, oradan beyaz gemiyi göremeyeceğini, ona " Merhaba, beyaz gemi, ben geldim" diyemeyeceğini düşünmedin mi küçük çocuk?Ama bir şeyi rahatça söyleyebilirim: çocuk ruhunun bağdaşamadığı her şeyi reddettin sen. İşte bunun için avunuyorum. Bir kez çakıp sönen bir şimşek gibi yaşadın sen. Şimşeklerin kaynağı göktür, gök ise sonsuzluktur, işte bundan dolayı kıvançlıyım.Avunduğum başka bir şey daha var: insanın çocuksu, temiz vicdanı tohumun içindeki öz gibidir. Bu öz olmadan hiç bir tohum gelişemez ve bizleri ilerde ne beklerse beklesin, insanlar yaşadıkça hak, doğruluk denen şeylerde varolacaktır. Senden ayrılırken senin sözlerini yineliyorum küçük çocuk; "Merhaba, beyaz gemi, ben geldim!"

Cengiz Aytmatov - Beyaz Gemi