
Orospuydu, hayatın kanı sızdığından beri gecelerine. Şehrin ıslak sokaklarında günahlarını kurutucak bir köşe başı bile bulamamıştı. Bedenine yapışan kimliklerden sıyrılmalıydı.Hangi su işe yarardıki tenindeki erkeklerden arınmasında? Düşünmemişti...Düşenememişti hiç...Orospusuydu hayatın, pezevengi yoktu.Yalnızdı tohumluk günahlarıyla.Anadan yadigar gebeliği ezeldendi,ebede olan yolcuğunda... Gecenin efsunlu kelimeleri sarıyordu bedenini. Yalan. Yalanları acıtıyordu yüreğini... Gözyaşları suluyordu aciz hayatını. İşe yaramaz bir böcekti. Ezilmesi gereken bir böcek. Gecenin mahreminde çıplak fikirlerle sevişen beynin eseri. Yasak ve günahı anaçlığıyla kucaklayan fahişe. Oysa o kadar masum ki... Ve geceyi emzirirken siyah sütüyle, çehresindeki nuru örtmüştü fahişeliğini. Sütü zehirli ve ölümcül. Ama anaçlığı kocaman bir merhamet. Çoğu zaman çıplak ve soğuk. Merhamet...
Kibele'nin emzirdiği günahkar çocukları yine onun tohumlarını kanla sularken ne kadar masumdular peki? Anaları değil miydi belirleyen sütünün rengini? Hiç mi suçu yoktu o fahişenin?
Vardı, vardı elbet...Ruhundan kanına karışan incecik bir sızıntı vardı. İncecik simsiyah... Ruhunda merhametiyle gaddarlığını yoğurdu. Yoğurdu da farkında bile olmadı. Günahkardı elbet, ama merhametliydi. Emzirdiği çocuklar merhametini değil de günahını aldı. Oysa elinde olsa geceyi güne bulamaz mıydı? Mahkum eder miydi çocuklarını ıssızlığına?
Temelde günahkardı insan. Ya da kadın ihtirasının esiriydi ezelde. Havva anasının günahının bedelini yutamadı erkekler hâlâ. Hâlâ boğazlarında...
Kadın, kadınlığını incecik nakışlarla işlerken, içine ihtirasını ve fendini katmadan edemezdi. Onlar kadının fendiyle kadından daha günahkar oldu. Havva günahkar değildi belki ama onunda kanında siyahlık vardı. Adam kafasını yavaşça kaldırdı, gözlerinin içine tanımayan, anlamayan, duymayan ve hiç bir şey hissetmeyen gözlerle baktı. Kadın ansızın ayağa kalktı, yalpadı. Ucuz içkilerin kokteyl olmuş kokularıyla sarhoş olmuştu bile. Günahı ve günahsızlığı erkeğin mi yoksa kadının mı yüklenmesi gerektiğini düşünürken, düşüncelerini toparlayamadan dışarı attı kendini. Biraz hızlı, biraz yavaş adımlarla çıktı sokaktan. Şehir; pis, tiksindirici, mide bulantılarını tetikleyen kokularla sarılmıştı. İnsanların yüzleri solgundu ve aslında renkleri yoktu. Kendilerini bir başkası gibi göstermeye çalışırken onlarda renkleri boca etmiş ve her şeyi karma karışık etmişlerdi. Yürüdü... Yürüdü... İnsanların kendilerini en huzurlu hissettiği saatlerde, o şehrin en ünlü köşesine, belkide hayatın başlangıcı olan köşeye. Kim bilir belki ilk elma ağacının filizlendiği noktaya. İçinde ne varsa çıkardı. Böğüre böğüre kustu...