30 Mart 2010 Salı

Bahar yorgunuyum. Hatta ben bu durumu daha da abarttım, bahar beni çok pis çarptı... daha martın biriyken yerde miyim gökte mi sorularıyla kendi kendimi yeyip bitirmeye başladım. Yerde veya gökteydim. Yerle gök arası bir yerlere sıkışıp kalmışta olabilirdim. Önemli olan benim yerle gök arası mekik dokumam veya ikisi arasına sığmıyormuş hissine kapılmam değildi... Ben zaten bu dünyaya ait değildim, yerinde göğünde veya kuytusunda köşesinde olmuştumda değişen neydi? Başladığım kitapların hepsini yarım bırakışlarım, filmlerin ilk yarım saatine bile tahammül edemeyişlerim, olayı daha da abartıp bir şiiri sonuna dek okuyamayışlarımda bahardandı belki. Kim bilir delirme noktalarında suçu yükleyecek kimseyi bulamayıp her suçu bahara atıyorumdur... Her şeyden uzaklaşmam gerektiğini düşündüğüm bir anda sessiz, sakin, kimsesiz bir eve gittim. Sanırım martın ilk hafttasıydı. Evin tren yoluna o kadar yakın oluşu o evde üç hafta kadar kalmama neden oldu. Trenle çağrışım yapan bir şeyler vardı ve ben bunu kendimden saklıyordum. Okuyacak ve bir şeyler seyredecek çok fazla vaktim vardı. Benimse tek yaptığım şey o küçük balkona özellikle tren saatlerinde çıkıp yeşillikler arasından trenin yolunu beklemek oldu. Kaç farklı kitaba başladım ve kaç kere kitaplar gözüme canlı kanlı katiller gibi göründü hatırlamıyorum. Haftalardır yapmak istediğim tek şey tembel hayvanlar gibi güneş nereye ben oraya, sonrada kıvrılıp kalmak. Yaptım aslında hemde çoğu insanın istemeyeceği kadar çok yaptım velakin insanın beyni durmaksızın işleyince sadece bedenin dinlenmesi belirli bir süre sonra hastalık halini alıyor. Beyin de dinlenmek istiyor ama uyku anında bile onu kemiren ve rahatsız eden şeyler olduğu müddetce o zavallıcık anlıyor ki onu dinlendirecek tek şey sonsuz uyku. Bu da ucu açık bir seçenek oluyor aslında. Daha evvel ölmemiş olan ben onun beynimi dinlendirebileceği yargısına nasıl vardım anlamıyorum. bu konuya varış sebeplerimden biri bazı yazarların bunu sonsuz uyku diye adlandırması olabilir. Ama ikiside uykuysa ikisinde de aynı huzursuzluklar yaşanacak demektir. Bir şeyleri sorgularken aynı olay üzerinden elli kere geçtiğimi ve hep tüm günahları kendime yüklediğimi fark ediyorum. Örneğin gittiğim çay bahçelerinde veya kafelerin bahçelerinde gördüğüm güler yüzlü insanlara çatık kaşlarla baktıktan sonra günlerce kendimi suçluyorum. elbette bu benim yaptığım en küçük hata oluyor. ama hatalar silsilesinde yerini alınca diğer hataların üzerine kdv bedeli gibi binip ödemem gereken bedelleri ağırlaştırıyor. Son zamanlarda, ama bu son zamanlar çok uzun zamanlar oluyor... ağzımı ne zaman açsam saçmaladığımı fark ediyorum. Son zamanlarda birilerinin gelmişine geçmişine, yeddi ceddine çok fazla küfür ediyorum. Son zamanlarda çok fazla kıskanıyorum, çok fazla sinirleniyorum, çok fazla içiyorum, çok karamsar olduğumu da daha çok fark etmeye başlıyorum ve çok fazla sakinleştirici almak zorunda kalıyorum... son zamanlarda her şey güzelken ansızın yalnız kalan ve terkedilen kadını oynuyorum. belkide son zamanları hayatımdan sonsuza dek silip çıkarmam gerekecek... Sonra aklımda güzel bir an peyda oluyor. O anı gerçekleştirmek için bisikletime atlayıp tren yolunu gören bir yere gidiyorum, gözlerim eskiden alışık olduğum sahneleri arıyor. kulaklarımdan içeriye doğru yankılanan şarkıları dinlemeye tenezzül bile etmiyorum. bisikletin üzerinde herhangi bi aracın altında kalma korkusunu bile hissetmeden yapabildiğim en iyi şeyi yapıp deliler gibi pedal çeviriyorum. sonra son zamanlar yanımdan ışık hızıyla, dinlemediğim bir melodiyle, kitapların kokusu arasına sinmiş bir adamın kokusuyla, sonsuza dek süreceğini sandığım ama onun da biteceği bir yanılgıyla.... tekerlerin altındaki asfalt gibi  kayanın yerine bir yenisi gelmeyecek ve zamanın yeniden dönmeyeceği gibi... akıyor... biçimsiz, sürati belli olmadan, görünmeyen eller kalbimi bir taşın altında ezer gibi, taşlar kalbimi ezerken ben artık yıpranan sinirlerle hiç bir şey hissetmeyecekmişim gibi düşünürken ve aslında ustaca kendimi kandırmaya çalışırken... bisiklet geçebileceği tüm tehkileki yollardan ve tehlikesini görünürde değilde kalbinde barındırdığını bildiğim ara sokaklardan hızla geçiyor...

7 Mart 2010 Pazar

klavyenin kutsal ihaneti bir insanınkine asla eş değer sayılmadı... sayılamazdı... klavye cansızdı kansızdı...

klavyemin olmayışı güzeldi hoştuda... şu blog sevdası yedi bitirdi beni. aslında çok fazla şey yazdım, yazdım ama ajandalarıma yazdım. e şimdi benim gibi nefes alıp vermeye bile üşenen biri nasıl olurda onlardan bazılarını seçer ayıklar buraya ekler... en temizi kaçırılmayan yazma hevesleriyle anında yayınlamak. yoksa bi kaçtı mı o heves bir daha yakalanmıyor... ajandadan bilgisayara, bilgisayardan ajandalara dönüş süreçlerim hep olur. yalnız bu klavye kıtlığında ve yokluğunda anladım ki bu blogger denen mahluğa çok pis bağlanmışım ben... artık bende buraya bir nevi yaşam destek ünitesi demeye karar verdim. insan ne garip döngüler içine giriyor. bundan bir kaç yıl evvel ajandalarımdaki yazılarımı kimseye okutmazken şimdi çığırtkanlar gibi sanal günlük denen şeyde herkesin okumasına izin veriyorum. kim bilir belkide benimde içimde okunulma ve beğenilme hevesi vardı. dışarıya biraz zor vurulan hatta gizli kapaklı yaşanması gerektiğini hissettiğim bir heves. hissediyordum da neden farkına varamadım orasıda ayrı muamma... hayat bazı şeylerin varlığına ya da yokluğuna alıştırıyorda biz varla yok arası gidip gelirken alıştığımız şeylere bile garip bakıyoruz. ama bazı şeylerin alışılması güç oluyor. bir klavyenin ihaneti örneğin... klavye çok pis ihanet eder, klavye yalan söyler, klavye caka satar, sonrada zeytin yağı gibi üste çıkar. canlı kanlı olmasına gerek yok sanırım. biz ihanetleri hep canlı kanlı şeylerin üzerinde mi tatbike çalışacaktık? oysa bir klavyede pekala ihanet edebilirdi... klavyenin canlı kanlısını düşünüyorum da... sanırım bu can, kan ve kutsal ihanet üçlüsü benim canıma, kanıma daha çok koydu...