24 Kasım 2008 Pazartesi

Deli Abdi


Deli Abdi'ye deli dediklerine bakmayın siz. Bakmayın diyorum ama deliliği tuttumu yanında da durulmaz," neler yapar?" diye sorarsanız derim ki, " neler yapmaz ki..." Deli lakabı, Gazi lakabından baskın çıkmış zamanla. Baskın çıkışının tek nedeni Kurtuluş Savaşı sırasında yaşadığı olaylar yüzünden hayatın tüm gerçeklerini elinin tersiyle itip herşeyi deliliğe vurmasından kaynaklanır. Kurtuluş Savaşında tek gözünü kaybetmiş, diğer gözü ise günün ışığı altında aldatır Abdi'yi, gün kararınca sol gözüne uyar sağ gözüde, hiç görmez...


Savaş bittikten sonra anasının yanında yaşamaya devam eder Abdi. Memleketine ne ümitlerle dönmüştür aslında, iki abisinin şehit düştüğü haberini alınca daha bir kalender olur hayata karşı. Evlen derler evlenmez, iş kur zenaat öğren derler onuda yapmaz. Tek uğraşı güvercinleridir Abdi'nin, çocukları gibi sever güvercinlerini. Onların gökkubbeye doğru kanat çırpışları, saatler sonra bile yuvalarına dönüşleri onu öyle neşelendirir ki, tütün üstüne tütün sarar. Saatlerce onlarla ilgilenir. Sonra birde arkadaşı vardır Abdi'nin, Deli Mustafa.Deli Mustafa'nın öyküsü de Abdi'nin öyküsüne benzer. Kurtuluş Savaşı gazisidir oda. İşi deliliğe vurup hayatı istediği gibi yaşamaya çalışan gazilerdendir. Her gece rakı masasında atışırlar, ne ana kalır küfür etmedik, ne avrat. Sonra hangisi daha kötü durumdaysa diğeri onu sırtında taşır yatağına yatırır. Ama bu demek olmaz ki kavgaları gürültüleri bitecek, gül gibi geçinip gidecekler. Sabahın mahmurluğu geçmeden birbirlerine koşar geceden nerede kaldılarsa oradan devam ederler.

Abdi o günde akşama kadar güvercinleriyle konuşur, dertlerini dinler, yaralarını sarar, yemler, sular. Birde bakar ki gözdesi olan paçalı bembeyaz güvercinin ayağı aksıyor, " ulan canını yediğim, gene ne bok yedinde sakatladın şu ayağını?" der. Güneş devrilmiştir artık, batıda ki kızıllıktan başka birşey kalmamıştır. Abdi bakar güvercinin ayağına, bakar da hiç bir şey anlamaz. Kör gözüne lanetler yağdırır, diğer gözüne küfürler eder. Kalkar taburesinden, damın merdivenlerini inerken bir yandan da avazı çıktığı kadar bağırır anası yardıma gelsin diye, " anaaa, gene nerdesin? " cevap gelmeyince anasına da küfür eder. Anasına küfür ediyor diye ayıplamayın Abdiyi, dayanamaz ki, canı sıkılınca herkese küfür eder. Hem çok korkuyordur can kızına birşey olacak diye. Bahçeye iner, bahçe dört duvarla çevrili kapının hemen yanında bir kuyu, kuyunun yanında asma, asmanın yanında kocaman bir incir ağacı, bahçenin tam ortasında bir nar ağacı, nar ağacının tam karşısına düşer tek göz odanın kapısı. Kapıyı açıp içeri girer Abdi, eşiği geçtikten sonra ayağına kilimin sert kılları batar. Sol tarafta bir somya, somyanın hemen yanında soba, sobanın karşında bir pencere... Bu eşyaların yeri çocukluğundan beri aynıdır ama odaya her girdiğinde kendine bunları tekrarlar. Odada ne arasa bulacağından emindir sağ gözü ona ihanet etsede. Pencerinin sağ tarafına iki çiviyle tutturulmuş bir raf vardır, kandil bu rafta durur. Abdi zorluk çekmeden bulur kandili, yakmaya çalışır yanmaz kandil. Bir duvar boylu boyuna gömme dolaptır, gömme dolaba doğru gider, gazı bulur. Diz çöker kilimin üstüne doldurmaya başlar, kendi dolduruyorum sanar da kandil yerine keçi kılından kilim dolmuştur... Çakar kibriti halı alev alır, ortalık aydınlanı verir gün gibi, elinde kibrit kala kalır Abdi. Anası vurur kapıyı girer içeri, somyanın üstündeki seccadesini alır eline, dudakları bişeyler söyler kimse duymaz, örter alevin üzerini. Seccadeyi bir kaldırır ki halıda hiç birşey yok. Yakar kandili oğlunun koluna girer, " oğlum bekleyeydin ya beni, cayır cayır yanacaamışın az galsın" der merhametle. Abdi konuşamaz anası ona su getirir, tütün sarar eline verir. Ne vakit Abdi kendine gelir sorguya çeker anasını, yanan yeri yoklar elleriyle, hiç birşey olmamıştır kilime... Allem eder kallem eder öğrenir anasından duayı. Bana sormayın nedir bu dua diye, öyle sessiz söylemişki anası eşyalar bile duymamışlar.

Abdi ertesi gün erkenden kalkar çarşıya iner.Beş mecidiyeye bir fes alır, başına geçirir, koşa koşa kahvenin yolunu tutar. Yolda Deli Mustafa'ya rastlar, Mustafa Abidnin fesine vurur gözlerinin üstüne düşürür fesi, " ulan Mustafa ben senin yeddi ceddini..." diye başlar Abdi " ama dur," der " sana bugun öyle bişey gösterecem ki küçük dilini yutacak Deli Abdiye nasıl keramet geldi anlayacaksın"
Mustafa eğlenmeye başlamıştır, kendi fesini de Abdi'nin fesini de düzeltir, " ulan Abdi hıyardın daha da hıyar oldun, dün gece içkiyi çok kaçırdın da gelenleri Cebrail mi sandın lan pezevenk?" Abdi'de işin gırgırına vurur kendini, nede olsa bu yol Mustafa olmadan çekilmeyecektir, " Mustafa onca yer gezdim gördüm Allahsız kitapsız gavurlarla çarpıştım vallaha senin gibi pezevenk görmedim." Atışa atışa tırmanırlar yokuşu, kahve kalabalıktır, Abdi gururlu girer kahveye," toplanın ağalar" der yaşlılar güler geçerler, gençler Abdi'yi kızdırmadan edemezler. Nede olsa deliyi kızdırmak adettendir. " Ulan Abdi cumhuru reis mi sandın kendini? Toplanak hele ne anlatacak" Abdi bir masaya kurulur, kahve ahalisini toplar etrafına, fesini çıkarır koyar masaya, " bahse girmeden olmaz böyle işler " der, herkes birbirinin gözünün içine bakar Mustafa atılır ortaya " beş mecdiye ulan!" Abdi sırıtır " başkaaa" diye bağırır sesi yettiğince. Kimseden ses çıkmaz. Mendilini çıkarır cebinden birazda gaz sürer, kibriti çakacakken kahve sahibi eline yapışır Abdi'nin, " Abdi eğer bu kahveyi yakarsan seni Kilis yoluna kadar kovalarım!" der, e korkmaktada haklıdır ne de olsa deli, " korkma Sadık emmi," der Abdi " anamdan öğrendim" anasının kerametini duymayan mı kalmış? Başını sallar Sadık emmi. Kibriti çakar Abdi, mendil alev alır sonra fes... Ne dualar kar eder ne örtüler, bir maşrapa suyla söndürür çırak masa örtüsünü, herkes güler Abdiye, Mustafa gene başlar gırgıra....

Abdi soluğu evde alır içeri girdiğinde anasını Kuran okurken bulur, " anaa gitti on mecdiyee" diye inler Abdi. Anası başını kaldırır gülümser oğluna, " gene ne ettin deli oğlum? "
"senin öğrettiğin duayı okudum, mendil yandı, fes yandı, örtü yandı, gitti on mecdiye anaa"
" Oğlum, " der anası " ne sihirdir ne keramet dürsütlüktedir alamet..."

16 Kasım 2008 Pazar

Aldanış


" Düzelir" diyor, yüzüne kayıtsızlıkla bakıyor. Nasıl düzelecek diye düşünüyor. Nasıl olacakta bu işin içinden çıkacaklar. Diğer arkadaşı bir kaşını yay gibi havaya kaldırıyor, soluk teni bir an canlanır gibi oluyor, önce bir şeyler geveliyor, sanki söylemekten vazgeçmiş gibi kafasını sallıyor. " Düzelir diyorum sana. Herşey geçer gider. Altı üstü bi kaç kuruş para" ikinci arkadaşı dayanamıyor bu muhabbetin gidişatına. Kaşını yeniden yay gibi kaldırıyor havaya, " Düzelir düzelir... Yeter be ne düzelecekmiş bal gibide ayvayı yedin işte!"
Zeynep gözlerini halıya dikmiş artık onları dinlemiyor. Düzelir ve düzelmez tartışması sanki onun yanında yapılmıyormuş gibi. Sanki o patavatsız arkadaşı ağzını hiç açmamış gibi, hiç bir şeye tepki vermeden duruyor öylece... Zeynep'in bu Karadeniz'de gemileri batmış gibi oturması ve arkadaşlarının Zeynep'in derdini unutup birbirleriyle kıyasıya mücadeleye girmelerine neden olan şey Zeynep'in evine gelecek olan haciz. Kağıtlar Zeynep'in eline ulaşır ulaşmaz o en çok sevdiği iki dostunun yanında alıyor soluğu. Belki yardımları dokunur diye...


Dışarıya çıktığı zaman yüzüne çarpan sıcak hava onu biraz kendine getiriyor. Kafasından geçenlerin hiç birini tam anlamıyla ölçüp tartamıyor. Mayıs güneşinin ısıttığı sokaklar hâlâ sıcacık, insanlar akşam üzeri telaşıyla evlerine koşuşturuyor. Eve gitmek istemiyor, sabaha kadar sokaklarda gezmek, gezerkende sadece düşünmek istiyor. Düşünmek ama neyi? Düşünecek o kadar şey varken hiç bir şey düşünememenin ne kadar kötü olduğunu anlıyor. Bir çay bahçesine oturuyor, bir çay istiyor, başını ellerinin arasına alıp kara kara düşünmeye başlıyor...


Düşündükçe bataklıkta çırpınan biri gibi daha da batıyor. Hoş düşünebildiğini de söyleyemeyiz ama. Evindeki o didine didine aldığı eşyaları götürecekler, belki ona oturacak bir halı bile bırakmayacaklar. Çözüm araması gerektiği yerde hep aynı şeyleri canlandırıyor gözünde. Onu öldürmek gerek diye düşünüyor bir ara, öldürmek ama nasıl. Adam senetleri imzalattı sonra güyya bir kaç işlem için Ankara'ya gitti. Gidiş o gidiş. Şüphelenmedi tabi Zeynep. Ne de olsa üç yıllık sevgilisi. Aynı evi paylaşıyorlardı. Nasıl şüphelensindi ki? Nasıl samimi, nasılda içten bir adamdı... Üç yıl koskoca üç yıl hiç mi hata yapmaz bir adam, dedi ama iş işten çoktan geçmişti. Hadi evdeki eşyaları götürdüler, evde elli milyarlık eşya ne gezer? Bu defa deliler gibi gülmeye başladı. Öyle gülüyordu ki karnını tutup masaya abanmak zorunda kaldı. Elli milyarlık bir ev ha, dedi Elli milyar...


Hacize bir gün vardı. Arkadaşları dışında hiç kimseye bundan bahsetmemişti. Gururluydu üç yıldır birlikte olduğu adamdan böylesine bir kazık yemek ve bu durumu herkesin öğrenmesi dünyada istediği en son şeydi. Arkadaşlarını da sıkı sıkı tenbihlemişti, " siz merak etmeyin herşeyi hallederim ben " bu cümleye arkadaşları da pek inanmadılar ama ellerinden ne geliyordu ki? Evde yalnızdı, yatağın üzerine uzanmışken aniden yerinden fırladı, bir zamanlar sevgilisine ait olan çekmeceyi açtı, bir an aydınlandı yüzü. Sanki tüm kurtuluş onun içindeymiş gibi çekmeceye uzun uzun baktı. Silahı yavaşça eline aldı, mermileri kontrol etti, emniyeti açtı. Yatağın kenarına oturduğunda herşeyden kurtulmuş gibi hissediyordu kendini. Namluyu şakağına dayadı, ürperdi önce, elini tetiğe koydu artık sadece tek şey kalmıştı. O tetiği çektikten sonra herşey bitecekti. Gözlerini sımsıkı yumdu. Gözlerinin önünden kırmızı bir şerit geçti. Sanki biri omzuna dokunmuş gibi zıpladı yerinden sol tarafa döndü baktı. Orada ne gördü, omzuna kim dokunduysa ansızın vazgeçti.Boşluğa baktı güldü, baktı ağladı...


Sabah erkenden uyandı o görüntüye tahammül edemeyeceğini biliyordu. Dışarıya çıktı aynı çay bahçesine gitti bir çay bir simit istedi. Bugün kara kara düşünmek yerine dudaklarının ucunda bir tebessümle geziniyordu. Saatine baktı masaya parayı bırakıp kalktı. Yürüdükçe kendini daha iyi hissediyor ve haciz memurlarını düşünmüyordu, eve döndüğü zaman evi ne halde bulacağınıda... Bir parka girdi, banka oturdu çantasından bir sigara çıkardı. Gözlerini kapayıp arkasına yaslandı, gözlerinin önünden aynı kırmızı ışık geçti. Yavaşça çantasını açtı silahı çıkardı, emniyet açık... Silahi şakağına dayadı. Bir kadın feryad etti. Zeynep gözleri kapalı silahın namlusu şakağında öylece oturuyordu. Yavaşça gözlerini açtı etrafında hiç tanımadığı insanlar vardı. Bir kaç dakika sonra polisler geldi. Polis Zeynep'in elinden silahı alabilmek için elinden geleni yapıyor ama Zeynep oralı bile olmuyordu. Silah şakağında sadece gülüyordu. Sonra eli sağına düştü Polis yavaş, tedirgin yaklaştı. İnsanlar rahatlamıştı, bir el ateş edildi...

6 Kasım 2008 Perşembe

Çarklar Arasında


Bazı eserler vardır, bitirdikten sonra hem sevinirsiniz hem üzülürsünüz. Üzüntünüzün tek sebebi vardır, okumakta geciktiğinizi düşünürsünüz. Hermann Hesse'nin Çarklar Arasında eseri bende bu duyguyu yarattı. Kitabı okuyan insanlar hep aynı cümleyi kurmuşlar, " liseye giden veya öss ye hazırlanan her öğrenci okumalı..." Bana kalırsa öğrencilerden önce öğretmenlerin ve anne babaların okuması gerek...


Çarklar Arasında Hermann Hesse'nin kendi hayatıyla paralellik taşımaktaymış. Babasının baskılarına rağmen İlahiyat Okulu'ndan ayrılıp yazarlığa yönelmiş...
Jung’un öğrencisi Lang ona psikanaliz tedavisi uyguladı. Lang ile dostluğu ruhbilime ve Jung’a duyduğu ilgiyi körükleyerek şiirsel iç dünyasını zenginleştirdi.(vikipedia'dan alıntıdır)

Çarklar arasında ezilmemiş kaç hayat vardır?


Hans Giebenrath, kasabada yatılı okul sınavına girecek tek öğrencidir. Okulun müdürü, rahip ve özel matematik öğretmeninden bir yıl boyunca dersler alır. Ve o büyük gün gelip çattığında Hans'ın tek dileği kimsenin hayallerini yıkmadan yatılı okul sınavından geçebilmektir... İki gün boyunca sınavdan sınava koşturur Hans. Çok iyi geçen sınavlarda vardır, hiç umudu olmadığı sınavlarda. Babasına bahsetmekten çekinir, bahsetmeye kalksada, azarlanır, aşşağılanır... Kasabaya döndükten sonra o büyük haber gelir. Hans sınavda ikinci olmuştur. " O kadar da zor değilmiş. Demek isteseymişim birincide olabilirmişim" diye düşünür. Sıkıntılı günler geçmiştir ve Hans'ın tek dileği güzel bir yaz tatilidir. Eve döndüğünde bahçedeki eski tavşan evine takılır gözü, tavşanları derslerine daha iyi çalışsın diye öğretmenleri ve babası evden yollamıştır. Sonra oltaları saklamışlar ve sonunda nehirde yüzmeyi ve aylak aylak kırlarda gezinmeyi yasaklamışlardı... Hans'ın içinde büyük bir nefret oluşur. Tüm bunlar ona çok anlamsız görünür...

Bir kaç gün balık tutar, istediği gibi nehirde yüzer, kırlarda gezinir... Fakat müdürün Hans için harika(!) fikirleri vardır. Hans yatılı okulu kazanmış başarılı bir öğrenci olabilir, ama yatılı okulda çok daha zeki ve azimli öğrenciler çıkacaktır karşısına. İşte bunun için tüm yaz boyunca yeniden derslere başlar Hans. Başarıyı bir kere tattığı için bu çok fazla üzmez Hans'ı. Ne de olsa herkesten üstün olmak dünyanın en güzel duygusudur...


Ve yatılı okul günleri başlar. Sınıfta birinciliği kimselere kaptıracak gibi görünmüyordur Hans. Ama Hans kadar azimli, çalışkan ve terbiyeli çocuklar vardır. Bunun için Hans'ın nefes bile almadan çalışması gerekmektedir. Sadece çalışması. Yatakhane arkadaşlarının neredeyse hepsinin çok yakın olduğu herşeyini paylaştığı bir arkadaşı vardır ama Hans yalnızdır. Kendi gibi yalnız olan ve kimseyle yakınlaşmayan bir çocuk daha vardır, Hermann Heilner...

" Nasıl biriydi şu Heilner? Hans'ın bildiği bütün üzüntü, tasa ve istekler ona tümüyle yabancıydı, kendine özgü düşünceleri vardı kafasında, kendi sözcükleri vardı; daha sıcak, daha özgür bir yaşam sürüyor, tuhaf acılar çekiyor, adete tüm çevresini küçümsüyordu. Eski sütunların ve duvarlardaki güzelliklerin dilinden anlıyordu. Ayrıca, gizemli bir sanatla uğraşıyor ruhundakileri yazdığı şiirlere döküyor, hayal gücüne dayanarak kendisine başkalarınkinden ayrı, yapay bir dirimselliği içeren bir yaşam kuruyordu. Yerinde duramayan, ele avuca sığmaz bir oğlandı..."

Ve kısa sürede dost oldular...Hans Heilner dostluğu uyarılara ve cezalara rağmen büyüdükçe büyüyor ve Hans'ın derslerdeki o inanılmaz üstünlüğü gittikçe yerini başkalarına bırakıyordu... Heilner sayesinde Hans'ın önünde yeni kapılar açılmıştı, bu yeni tatlar Hans'a çok daha cazip geliyor ve sınıftaki birinciliği düşünmüyordu...

Bir gün sevgili dostu Heilner Hans'a hiçbirşey söylemeden çekip gitti. Ve Hans Heilner'in gidişinden sonra büyük bir boşluğa düştü... Artık robot gibi yaşayan bir çocuktu. Bir kaç kontrolden sonra sinir bozukluğunun gittikçe kötüleşmesi ve kendine zarar vermesinden korkan doktorun tavsiyesiyle Hans kasabasına dönmemek üzere gönderildi...

Bir sınav uğruna elindeki tüm güzellikler alınan Hans eve döndükten sonra hep ölümü düşündü. Çocukluğu ona artık çok uzak geliyordu ve o güzel günlere yeniden dönemeyecek olması Hans'a büyük ızdıraplar yaşatıyordu... Ölüm onun için en iyi ilaç olacaktı. Kendine güzel bir ağaç seçti, bu ağaçta can verecekti ve herşey bitecekti. Baş ağrıları, kınayan bakışlar, arkadaşlarının alaylı bakışları... Ve ölüm o istediği zaman geleceği için yeniden mutlu oldu Hans. Çocukken mutlu olduğu kadar olmasada artık istediği zaman bu hayata son verebilir ve tüm acılardan, ızdıraplardan kurtulabilirdi...


Flaig Ustanın yeğeni Emma'nın kasabaya gelişi, Hans'ın ona karşı hissettikleri ve tıpkı dostu Heilner gibi haber vermeden çekip gitmesi Hans'ı yine eski düşlere sürükledi... Ama Hans için yeni umutlar olabilirdi. Bir tornacının yanında çıraklığa başladı. Eski sınıf arkadaşı August'ta aynı tornacıdaydı ve o Hans'ı seviyordu... Çocukken çok iyi anlaşırlardı ve birlikteyken çok iyi vakit geçirirlerdi... August artık baş çırak olmuştu ve bunu kutlayacaklardı. Hans'ı da davet etti. Pazar günü gönüllerince eğlendiler. Hans sarhoş olana kadar bira içti. Ve evde babasının beklediğini düşünerek eve yalnız dönmeye karar verdi...


" Kim diyormuş öğretmenlerde kalp yok? Kim öğretmenlerin kılı kırk yaran, fosilleşmiş, ruhsuz kimseler olduklarını söylüyormuş? Yalan, Yalan! Bir çocukta hayli zaman çalışıp da ortaya çıkarılamamış yeteneğin bir an gelip ansızın uç verdiğini, çocuğun tahtadan kılıçlarını, sapanını, okla yayını ve bütün oyuncaklarını nasıl bir yana bırakarak bilip öğrenme yolunda ilerlemek için çaba harcadığını, yoğun çalışmalarla henüz yontulup işlenmemiş tombul ve al yanaklı bir oğlanın, nasıl narin, vakur, neredeyse dünya nimetlerine sırt çevirmiş birine dönüştüğünü, yüzünün nasıl daha yaşlı ve maddilikten uzak bir görünüm kazandığını, bakışlarına nasıl daha bir derin, amacından daha emin ifadenin gelip yerleştiğini ve kanı giderek çekilen ellerine zamanla nasıl bir durgunluğun çöktüğünü gören bir öğretmen sevincinden deliye döner. Gururundan içi içine sığmaz. O körpe yaratıkların doğasındaki hoyrat gücü ve tutkuları dizginleyerek söküp atmak, bunların yerine devletçe saptanmış sıradan ideallerin fidelerini dikmek bir öğretmenin hem görevi, hem devletçe kendisine buyur edilip verilmiş mesleğinin yükümlülüğüdür. Şu anda halinden memnun ve çalışkan kaç memur ve vatandaş okul denen kurumların bu yoldaki çabaları olmasaydı kararsızlık içinde bocalar, bir fırtına gibi oradan oraya esip durur, hayallerle uğraşan biri olup çıkardı kimbilir?" S. 66-67